Namık Kemal

Cezmi


Скачать книгу

eşit, İranlıların umutsuzca savunmaları ise o zamanki saldırılarından birkaç kat üstündü. Bununla beraber, Osman Paşa’nın eşsiz ustalığı ve askerlerimizin mertçe gayretleri, İranlıları yine sekiz saat içinde perişan etti. Hatta, can korkusu ve bozgun şaşkınlığı içinde bu defa “Koyungeçiti”ni de bulamadılar; Türk mermilerinden canlarını kurtarabilmek ümidi ile, alay alay nehre atılarak su ve ateş arasında mahvolup gittiler.

      İran’ın bu ordusundan ancak yüzde beş asker ve bazı hanlarla artçılık görevi için nehrin öbür yakasında bırakılmış olan Emir Han tümeni kurtulabildi.

      Cezmi, bu savaşın başlarında, Çıldır’dakinden daha fazla gayret göstermiş, birkaç İran alayının bozulmasına tek başına sebep olmuştu. Fakat, düşman ordusunda bozgun belirtileri baş gösterince, bayağı üzülmeye başladı. Çünkü kahramanlığı takdir etmek, her kahramanın şanından olduğu için Cezmi de İranlıların o kadar ümitsizce, fakat aynı zamanda o kadar da fedakârca dayandıklarını gördükçe, bayağı üzerlerine varmaya kıyamaz olmuştu. Hatta yağmacı takımından, en büyük marifet ve cüretleri düşkünü ezmek olan birtakım reziller, düşman bozulduktan sonra nehrin kenarına inmişler; bela dalgaları arasında yuvarlanan ve canlarıyla uğraşan zavallılara ateş ederek vücutlarında nişan talimi yapmaya ve eğlenmeye başlamışlardı.

      Cezmi, bu alçaklığı görünce aklı başından gitti, atını hemen üzerlerine sürdü:

      “Zaten canlarıyla uğraşan bu zavallılardan ne istersiniz? Ecelden de mi merhametsizsiniz? Azrail’le yarışa mı çıktınız? Kaçanı boğmak, can çekişeni öldürmek insanın şanına yakışır mı? Hepiniz defolun bakayım!” diye bağırıp çağırarak hepsini azarladı.

      Kendisini Osman Paşa’nın ne kadar çok sevdiğini, herkes gibi onlar da gayet iyi bilirlerdi. Bu yüzden başlarına gelebilecek belayı anladıkları için hiç ses çıkarmadılar ve defolup gittiler.

      15

      Cezmi, bu haşeratı kovduktan sonra çadırına dönmek üzereydi ki, yanı başında, nehrin içinde, imdat ister yollu iki el ve arkasından bir de baş gördü. Başın görülebilen kısmı, suların içinde çeneye kadar yükseldi, sonra birden yine sulara gömüldü ve gözden kayboldu.

      Cezmi, bu zavallının henüz yaşamakta olduğunu anlamıştı. O gün ise, vicdanının görünmez derinliklerinde beliren bir garip değişiklik ile bir can kurtarmayı, bir düşman ordusunu mahvetmekten daha büyük bir fazilet sayıyordu. Mümkün olduğu kadar soyundu ve hiç düşünmeden sulara atıldı; biraz önce gördüğü vücudun tekrar su yüzüne çıkmasını bekledi.

      Aradan bir iki dakika geçince, deminki eller, bu defa kırk elli adım uzaktan yine görünmeye başladı. Cezmi hemen o tarafa doğru yüzerek, yakalamaya koştuysa da boğulmak üzere olan bu zavallının göründüğü yer akıntı üzerinde olduğundan, imdada yetişmek bir türlü mümkün olamadı. Gördüğü iki kol, dirseklerine kadar meydana çıkar çıkmaz, yine batmaya başladı. Cezmi, yüzerek yanına vardığı zaman, herif büsbütün kaybolmuştu. Cezmi’nin ise –canı pahasına da olsa– azminden dönmek, şanından değildi. Biraz bekledi; adamcağızın bir daha meydana çıkmadığını görünce, kendisi nehre daldı ve araştırmaya başladı. Birkaç saniye geçer geçmez kolunu yakaladı, herifi suyun yüzüne çıkardı.

      İkisi birlikte suların yüzüne çıktıktan sonra, kendisine sarılmamasını ve yalnız eteğinden tutarak kendini takip etmesini sıkı sıkı tembihledi; sarıldığı takdirde ikisinin de boğulacağını anlattı. Fakat zavallı adam, can korkusu ile, bu sözlerin belki manasını bile anlamamıştı. Cezmi’nin iki kolunu kendi kolları arasına alarak vücuduna öyle sımsıkı sarıldı ki, hareketine meydan bırakmadı.

      Cezmi, bir yandan sadece ayaklarıyla yüzmeye, bir yandan da tutulduğu bu zorlu beladan kurtulmaya var kuvvetiyle çalıştı. Fakat ne mümkün? Herif bütün kuvvetini kollarına toplamış, güya canını kurtarmaya çalışıyordu. İkisinin de boğulmak üzere olduğundan haberi bile yoktu. Elleri birbirine kilitlenmiş, sinirlerinin her biri sanki bir zincir kesilmişti. Cezmi’nin bütün çabaları faydasız kaldı.

      Böylece on, on beş dakika kadar suyun yüzünde uğraştıktan sonra, ikisinin de takati kesildi. Nehrin dibine doğru inmeye başladılar.

      Hayatını kurtarmaya çalıştığı adam, kendisi için âdeta bir kaza eceli şekline girmişti. Biçare Cezmi, savaşlarda bu kadar ateşlerden, kılıçlardan kurtulduktan sonra, kendi isteğiyle bir iyilik yapayım derken, şimdi bu genç yaşta boğulup gitmek, pisi pisine ölmek üzereydi. Derin bir ümitsizliğe kapılmıştı. Kollarına söz geçirebilse, birkaç dakika önce, nehirde boğulmaktan kurtarmaya çalıştığı adamı, şimdi kendi elleriyle boğmak isteyeceği muhakkaktı.

      Nihayet nehrin pek de derin olmayan dibine varmışlardı. Son kalan kuvvetini topladı; takatten büsbütün kesilmeye başlayan herifi şiddetle silkerek bir tarafa itti; sonra ayaklarını hızla yere vurarak suyun yüzüne çıktı. Cezmi kıyıya doğru yüzmeye uğraşırken herif yine suyun yüzüne çıkmaya başlamıştı. Fakat, bu çıkış, diriden ziyade, bir ölünün çıkışına benziyordu. Zavallının zerre kadar takati kalmamıştı. Bu durum karşısında Cezmi’nin yine merhamet damarları kabardı; çektiği bu kadar sıkıntının, atlattığı bu kadar tehlikenin boşa gitmesine gönlü bir türlü razı olmuyordu. Yine herifin imdadına koştu. Adam baygın bir durumdaydı. Belindeki kuşağa el attı.

      Vücuduna bir canlının eli değivermekle, herifin biraz önce tükenmiş gibi görünen hayat kuvveti yine şiddetle harekete geldi. Bu sefer evvelkinden daha berbat bir şekilde Cezmi’ye sımsıkı sarıldı. Birkaç dakika önce atlattığı tehlike, şimdi daha korkunç ve giderilmesi imkânsız olarak yeniden baş göstermişti.

      Mevsim her ne kadar yaz ortaları ise de, civardaki yüksek dağların karları, buzları daha yeni çözülmeye başladığı gibi, havalar da fazlaca yağmurlu olduğu için, nehirde o gün gözle görülebilir bir taşkınlık vardı.

      Bu ikinci tehlike belirdiği sırada, seller, bela tufanı hâlinde coşup taşıyordu. Cezmi’nin hâli evvelkinden daha tehlikeli, daha bitikti.

      Savaş alanının güneybatısından kuzeydoğusuna doğru akıp gitmekte olan nehrin geçtiği yerler, pek ziyade arızalı olduğundan, takip ettiği akış yolu yılankavi bir şekilde, yirmi yirmi beş adım aralıklı girinti ve çıkıntılarla uzayıp gidiyordu.

      Sanki musibet selleri coşmuş da dağları, kırları, içlerinde bulunan bitkiler ve hayvanlarla birlikte yerlerinden sökmüş sürüklüyor gibi, bu coşkun suların üzerinden binlerce sökülmüş ağaç, telef olmuş hayvan leşi yuvarlanıyordu.

      Cezmi, zaten vücuduna sarılmış olan beladan kurtulmaya bile çare bulamazken, şimdi üstelik bir de sellerin sürüklediği ağaç dalları ve hayvan leşleri karşı durulmaz bir şiddetle sağdan, soldan üzerine hücum ediyordu. Zavallı genç, kurtuluştan artık büsbütün umudunu kesmişti. Bir yandan herif, avına sarılmış ejderha gibi Cezmi’yi baskısı altında ezip dururken, bir yandan da kâh bir ağacın dalları, kâh bir leşin ayakları iki zavallıyı birden sarıyordu. Nehrin birkaç dakikada bir yön değiştiren şiddetli akıntıları –kemiklerini kırarcasınabir girintiden öbür çıkıntıya çarpıyor, bu çarpmalarla vücudunda başlayan dayanılmaz acılar da takatini büsbütün kesiyordu.

      Suların akıntısıyla öteye beriye çarptıkça, sahildeki kaya parçaları, ağaç kökleri, vücudunda yaralar açıyor, bu yaralardan akan kanlar pıhtılaşarak, nehrin teşkil ettiği ufak tefek girdaplar üzerinde eğile büküle korkunç şekiller meydana getiriyor ve sanki zavallının her tarafına kara yılanlar yapışmış sanılıyordu.

      Kırk kırk beş dakikadan