u Yolu’ndaki köşklerinde büyümüştür. Kendisine yazma arzusu verdiği için burası yazarın hayatında çok önemli bir yere sahiptir. İstibdat devrinde babasının Sivas’a sürülmesi, Güzide Sabri’nin hem ruh hem de beden sağlığını çok etkilemiştir. Babası Tokat’a nakledildiğinde annesiyle birlikte bir müddet burada yaşamış, daha sonra Bursa’ya gelen babasının yanında yılın birkaç ayını geçirmiştir. Beyoğlu Birinci Kâtibi Ahmet Sabri Bey’le evlenen yazar, evlendikten sonra da yazmaya devam etmiştir.
Henüz 16 yaşında ilk romanı Münevver’i kaleme alan Güzide Sabri, Servet-i Fünun edebiyatının etkili olduğu dönemde yazmış olsa da bu gruba katılmamış ancak asli temalarını eserlerine taşımıştır. Münevver, verem edebiyatının tüm karakteristik ögelerini barındıran ilk eserdir.
Yazdığı dönemde büyük ilgi gören Güzide Sabri, popüler edebiyat türünde pek çok romana imza atmıştır. Popüler edebiyata getirilen en büyük eleştiri, mesaj verme kaygısından uzak olmasıdır. Yaşadığı ve yazdığı dönemde Osmanlı Devleti büyük çalkantılardan geçerken Güzide Sabri de Yaban Gülü hariç romanlarında bu konulara yer vermemiştir. Cumhuriyet döneminde ise köy ve yerli unsurlara daha çok yer vermiş, hatta yüceltmiştir. İlk kadın kara sevda yazarı olarak tanınan yazar, Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ile âdeta bütünleştirilmiştir.
Daha çok romancılığıyla tanınsa da çeşitli dergilerde takma isimle hikâye, şiir ve makaleler de yayımlamıştır. Takma adla yazmasının sebebi, eşinin edebiyat dünyasında tanınmasını, adının duyulmasını istememesidir.
Kadınca bir duyarlılıkla yazan, romanlarında ana karakter olarak hep kadınlara yer veren Güzide Sabri, zaman zaman biyografik ögeler de kullanmıştır. Örneğin Münevver romanının başkahramanı Münevver, gerçek hayatta da Güzide Sabri’nin arkadaşıdır.
1946 yılında Giresun’da hayata gözlerini yummuştur.
Romanları: Münevver, Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi, Yaban Gülü, Hüsran, Hicran Gecesi, Necla, Mazinin Sesi.
Uzak ve solgun dağlara sonbaharın sisleri çöktüğü, yaprakların sararıp yavaş yavaş döküldüğü zamanlar ruhum garip bir melal altında ezilir ve ağlamak isterim…
Hazin bir sonbahar güneşi bu sisli ve mor dağlara başka bir güzellik, durgun ve mavi denize fersiz bir parıltı verdiği zaman, içim unutulmaz bir hatıranın acısıyla sızlar.
Ayın beyaz ışıkları, menekşesiz kalan kırlar, renksiz ovalar her safhasında bana bahtsız bir mahlukun matem neşidesini okur.
Kelebekler ilkbaharda uçar, çiçeklerin üstündeki pırlanta gibi şebnemleri içerek mest olan kuşlar o mevsimde öter, hayat ve tabiat o zaman güler. Benim tanıdığım o bahtsız mahluk yalnız sonbaharda sevinir, neşelenir; çocuklar gibi, kelebekler gibi uçar, koşar, oynar ve gülerdi.
İşte o ve çok sevdiğim kız; Münevver’dir.
Daha genç yaşında yüzünde beliren hafif çizgiler derin bir elemi göstermekte, gözleri uzun zamanların kahır ve ızdırabını saklar gibi durgun ve sabit bakmaktaydı. Kederli gülüşleri, matem teranesini andıran sesi; onu dinleyenlerin içinde de derinden bir acı uyandırıyordu.
Bize geldiği zaman ona mutlak ut çaldırırdım. Maksadım udunun inler gibi çıkan nağmelerini dinlemekten ziyade, rikkat verici tavrını görmekti. Mızrabı yavaş yavaş teller üzerinde çırpınırken her perdede yaralı bir kalbin ızdırapları dile gelmiş oluyordu. İşte o zaman derin derin ağlayan bu zavallı kızın siyah gözleri bilinmeyen ve görünmeyen bir noktaya döner, başı göğsünün üstüne iner, vect ve istiğrak içinde durmadan hicranlarını bağladığı udunun telleri üzerinde dolaşır, iç acılarını anlatabilecek ne kadar şarkı varsa çalar, yoruluncaya kadar söyler, sonra susar…
Udu ve mızrabı ayaklarının dibine düşer, gizlemek istediği bir damla gözyaşını silmek için mendilini yüzüne tuttuğu sırada sert ve kesik bir öksürük, göğsünü yırtarcasına gelirdi. Bundan sonra derin bir mecalsizlik içinde uzun zaman dalgın ve bitkin kalırdı.
Münevver’in hiç kimseye benzemeyen bir tabiatı, başkalarına uymayan tavrı, herkesten sakladığı bir acısı vardı. Bu acı onu ezmiş, bitirmiş ve gönlünü bir viraneye çevirmişti. Artık hayat onun için koyu ve ızdıraplı bir gölgeden başka bir şey değildi. Hayata, her şeye küskün; kendine ve sıhhatine tamamıyla alakasızdı. Gençliğinin rüya dolu bir baharını görmeden hazanına geçmiş, baharları bir sis, hevesleri, emelleri erimiş bir hiç olmuş oldu. Bütün güzelliklerin hüsrana döndüğü, renkli ve kokulu çiçeklerin kuruduğu bu ölü mevsim gibi; onun da ruhu ölmüş, kalbinde açan bir tek çiçek kurumuştu. Bununla beraber sonbahar onun için matemli bir hatıranın da ifadesi oluyordu. Fakat benim onunla, bu hatıranın ve onun uyandırdığı ızdırapların ne olduğunu sorup anlayacak kadar eski bir ülfetim yoktu. Bunu öğrenememek, Münevver’i daima acı ve hüzün içinde görmek de bir yandan beni harap ediyordu.
Münevver ilk bakışta fazla güzel hissini vermezdi. Fakat onda ayrı bir cazibe, ayrı bir hususiyet ve başka bir ruh, gizli bir güzellik vardı. Biraz uçuk rengi, küçük burnu, ince kaşları, bunların içinde derin ve manalı bakan iri ve siyah gözleri, kumral saçları müstesna bir kompozisyon meydana getirmişti. Bilhassa gözleri; tahassüsleri kudretli bir lisan kadar ifade eden bu güzel ve siyah gözler çok defa durgun ve bulanıktı. Bazen de içinde çözmek istediği bir düğümün cevabını karşısındakinden bekler gibi bir istifham ile parlar. Bazen gülerken ağladığı da olurdu. Söz söylerken edasındaki yeise kapılmamak imkânsızdı. Onda bu hâllerle mahzun ve masum bir cazibe vardı. Onu tanıyanların hepsi “Münevver” gülmeden ziyade ağlarken güzel oluyor derlerdi. Hülasa etmek lazım gelirse Münevver edası, rengi, sözleri ve ruhuyla ızdırabın canlı bir şiiri hâlini almıştı.
Onda ilkbahara karşı gizli bir kin ve nefret vardı. Baharın ılık ve hayat verici rüzgârları, ona zehirli bir nefes gibi geliyordu. Bilmem Münevver niçin gülen ve neşeler saçan tabiattan bu kadar nefret ediyordu. Çiçekler açar, ağaçlar zümrüt renkli elbiselerini giyer, bülbüller bir vect ve şevk içinde öterken o hudutsuz bir yeis ve hüzün içinde ezilirdi.
Hiç unutmam; bir gün kokular dağıtan güzel bir salkım ağacının altında beyaz papatyalar arasında beraber oturuyorduk. O yine mahzundu. Yüzüne baktım, gözleri kızarmıştı, ağlamış olduğunu anladım.
“Hasta mısınız Münevver?” diye sordum.
“Hayır.” dedi.
“O hâlde niçin böyle duruyorsunuz?”
“Pek çok sıkılıyorum.”
“Neden sıkılıyorsunuz?”
“Şu bahardan, ah bir kere şu bahar geçse!” Bundan sonra sustu, başı göğsünün üstüne düşerek içini çekti. Ben hayretle yüzüne baktım ve:
“Çok garipsiniz Münevver.” dedim. O yine hazin bir eda ile:
“Niçin?” dedi.
“Hiç insan bahardan sıkılır mı, görmüyor musunuz? Her yerde neşe ve hayat kaynıyor!”
O, bu söze karşı etrafımızı çeviren çiçeklere, çimenlere kin ve nefretle karışık bir göz attı ve sonra bana dönerek:
“Of! Bilmezsiniz.” dedi. “Şu ağaçlar, şu çiçekler sanki çektiğim ızdıraplarla alay ediyor gibi… Evet her şey güzel ve bu güzelliklerin içinde kim bilir ne kadar şen ve ne kadar ümitli insanlar da var fakat ölmüş, bitmiş bir kalp için bu neşeler, bu güzellikler ne kadar kasvet vericidir bilseniz…”
Bu sözleri söylerken uzun kirpiklerinin üzerinde titreyen bir damla gözyaşını gizlemek için hemen başını çevirdi. Sonra, artan bir tesir içinde söylediği bu sözlere nadim olarak benim suallerime meydan vermeden birdenbire ayağa kalktı. Korunun beyaz salkımlarla süslü ağaçları arasından ufak köşklerine doğru koştu gitti.
Ah! Ben hissetmiştim ki o giderken hıçkıra hıçkıra ağlıyor, ağladığını bana göstermemek için kaçıyordu.
Fakat ben, o zamandan sonra onun içinde ebedî bir acı olarak kalan sırlarını keşfetmiş gibiydim. Matemli bir hatıra ile dolu olan kalbini ve orada bu matemin tesiriyle açılmış derin bir yarayı artık görüyordum. Lakin zavallı Münevver bunları söylemiyor, acılarını içine çekiyor, ses çıkarmadan