Güzide Sabri

Münevver


Скачать книгу

Sekiz-dokuz aydır beraber bulunduğum Münevver’in ruhunda daha sonbahar başlar başlamaz büyük bir tebeddül oldu. Bu mahzun ve mazlum kız birden neşelendi. Yüzündeki yeis ve füturdan eser kalmamış gibiydi. Hareketlerinde bir canlılık vardı. Gülüyor, söylüyor, her tarafı inletiyor, kırlarda ve ağaçlıklarda dolaşıyor. Solmuş, sararmış hazan yaprakları üzerinde geziyor, onları ayaklar altında çıkardıkları çıtırtılara kendi ahengini de uydurarak titrek sesiyle şarkılar söylüyor, hazan birden coşuyor, taşıyor fakat bütün bu neşe ve coşkunluklara sinsi bir ızdırabın da karıştığı seziliyor, o bunu gizlemeye, örtmeye çalışıyordu. Hele hazan şefkatli bir arkadaş gibi sevdiği udunu çalarken onun çıkardığı ses ile yaralı ruhunun derinden gelen sesine bir ahenk vermeye çalışırdı ki işte o zaman Münevver ne kadar neşeli görünmeye gayret etse de içinden gizli gizli inlediği, ağladığı daha açık olarak hissedilirdi.

***

      Kasvetli bir sonbahar günüydü. Dağlar sislerin arasından hafif görünüyordu. İnce, sürekli bir yağmur yağıyordu.

      Rüzgâr ağaçların sararmış yapraklarını döküyor, her taraf bir elem ve matem örtüsü ile örtülüyordu.

      Ben bu gamlı havada sevgili arkadaşımı görmek arzusunu yenemedim. Gittim, odasına çıktım.

      O, siyah bir elbise giyinmişti. Hiç unutmam hatta kollarına ve yakasına parlak şeritler dikilmişti.

      İçeri girdim, karyolasına uzanmış, yüzünü yastıkların arasına saklamıştı.

      “O… Böyle siyahlar içinde! Sizi gören, mutlak matem tutmakta olduğunuza hükmedecek.” dedim.

      Beni görünce sevinçle kalktı, boynuma sarıldı. Sesindeki titreklik biraz evvel ağlamış olduğunun açık bir ispatıydı.

      Zorla gülmeye çalışarak:

      “Oh! Ne iyi ettin de geldin, az kalsın boğulacaktım.” dedi. Ben:

      “Sen ne garip ve ne candan bir kızsın Münevver, seni böyle kederli görmek karşındakini ne kadar üzüyor bilir misin?” dedim. O, bir şey demeden kalktı, pencereye koştu, camı kaldırdı.

      “Oh… Bu tenhalık, bu sükûnet! Ruhuma nasıl bir şifa ve teselli veriyor bilsen…” dedi

      Ben de yanına gitmiştim, ikimiz de pencereden bakıyorduk. Yağmurun hazin ve hışırtılı ahengi benim de ruhumu okşuyordu.

      Münevver başını dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldı ve içini çekti, bu sisli ve yağmurlu havayı doya doya teneffüs etti. Karşı dağların sisli manzarası önünde bir müddet sessiz ve melul durduk.

      Sonra bana doğru dönerek dedi ki:

      “Şüphesiz kardeşim, benim bu hâllerime beni sevenler üzülür. Fakat ne yapayım, başka türlüsü elimden gelmiyor. İşte ben böyle garip tabiatlı bir kızcağızım! İlkbahardan nefret ettiğim hâlde sonbaharı anlaşılmaz bir his ile severim. Benim için ancak iki aylık bir huzur ve teselli mevsimi vardır, o da işte bu mevsim.”

      Birdenbire sükût etti, bir şey düşünüyormuş gibi daldı. Gözlerinin önünde acıklı bir vaka geçiyormuş gibi titredi. Bulutlar arasında uçan bir hayali görmek istiyormuş gibi gözlerini göğe doğru kaldırdı, geçmiş günlerin elem ve ızdırap dolu hatıraları onu yeniden sarsmıştı. Siyah elbisesi üzerine dökülen uzun saçlarını bir tarafa atarak yavaşça bir şeyler söylediğini hissediyordum.

      “Evet.” diyordu. “Sonbahar benim en kıymetli zamanımdır. Ben onu severim, bu muhabbet bana ondan kalan son bir yadigârdır.” Bu sözlerden sonra güya bir kâbustan kurtulmuş gibi ürperdi. Mahzun çehresine zorla neşe vermeye gayret ederek bana döndü, iri ve güzel kara gözlerini yalvarır gibi gözlerime dikti ve:

      “Ne olur, biraz dışarı çıkalım; şu dağları, ağaçları örten sise, durgun denizin beyaz ve kumsal sahiline ve nihayet yetimlerin yahut emellerinden uzak düşmüş zavallıların gözyaşları gibi korka korka düşen şu yağmur tanelerine bakalım. Bu güzelliği daha ne vakit bulabiliriz.” dedi.

      Ben hayretle cevap verdim:

      “İyi ama Münevver, yağmurun altında nasıl gezebiliriz, pencereden baksak daha iyi olmaz mı? Üstelik sen rahatsızsın. Bu hava vücudunuza zarar vermez mi?”

      “Evet hastayım fakat ne ehemmiyeti var?”

      “Sen kendine acımıyorsun ve bu hâlinle beni çok müteessir ediyorsun, Münevver.”

      “Niçin iki gözüm, seni üzmek bana en büyük azap olur.”

      “Sorduğun suale bak. Böyle hayatına alakasız görmek beni nasıl üzmez.” Gülerek ellerimi tuttu.

      “Darılma, darılma kardeşim, senin yanında o hayat dediğin şeye çok riayetkâr olacağım.”

      “Benim yanımda değil, her zaman böyle olmalısın.”

      “Peki, peki.” dedi.

      Başımızda şemsiyeler olduğu hâlde korular arasında gezmeye başladık. İlkbaharda zümrüt gibi çimenler arasında gezmekten şikâyet eden Münevver şimdi ayağı bir çamura batar batmaz neşeli kahkahalarla beni hayretlere düşürüyor, ötede beride açan ve sonbaharın biricik süsleri olan çiğdemleri nihayetsiz bir sevinçle koparıp başına, göğsüne takıyordu. Ben onun bu hâllerine şaşkın bakıyor ve sırf onu, sevgili arkadaşımı eğlendirdiği ve neşelendirdiği için hazana derin bir minnetle bağlılık hissediyor, bütün mevsimlerin sonbahar gibi olmasını istiyordum.

      Biraz sonra köşke dönerken dedi ki:

      “Seni bu çılgın arzularıma tabii bulundurmakla ne kadar üzüldüğümü bilsen…”

      “Böyle düşündüğün için teessüf ederim. Yalnız ben de şuna üzülüyorum ki sebebini bilemediğim devamlı bir kederin bütün varlığını harap ettiği şu zamanlarında sana teselli verecek bir söz beklemiyorum. Sen bütün elemlerini benden gizliyorsun.”

      Bu sözler üzerine Münevver’in çehresine bir gariplik çöktü ve Münevver omuzlarını silkerek:

      “Adam sen de!” dedi. “Böyle şeylerden şimdi bahsetmeyelim. Sen yalnız onu söyle, seni bu hareketlerimle rahatsız ediyor muyum?”

      “Asla! O nasıl söz Münevver?”

      “Doğru söylüyorsun değil mi?”

      “Şüphesiz, seni bu kadar sevdiğimi bilmez misin?”

      “Teşekkür ederim, cici kardeşim.”

      Köşke geldiğimiz vakit epeyce ıslanmıştık. Yukarı çıktık, o yine hemen pencerenin önüne gitti. Bir müddet oturduktan sonra kalktı. Udunu aldı ve çalmaya başladı. Sanki kalbinin bütün acıları, elemleri yine bu tellerin üzerinde toplanmıştı.

      Ömrün zevalini tasvir eden tabiatın şu levhası karşısında Münevver o kadar coştu ki benim orada olduğumu unuttu bile… Bu defa gözlerinde elemi daha açık olarak görülüyordu. Rengindeki uçukluk çoğaldı, sesi şimdi daha titrek, daha iniltili ve daha şikâyetli gibiydi.

      Münevver’in şu hâli beni her zamankinden daha çok müteessir etti. Yerimden kalktım, yavaşça yanına oturdum; başını kaldırdı, ağlar gibi bir gülüşle yüzüme baktı. Ben:

      “Bugün pek neşelisiniz!” dedim.

      “Havanın güzelliğini görmüyor musunuz? Bak şöyle etrafa, bu gök, bu deniz, bu küçük orman, bunlardaki hazin güzelliğe bak. Bunlar bana gizli, sizin anlayamadığınız bir lisanla ne sevindirici haberler getirmektedir, bilsen…”

      “Çok garipsiniz Münevver! İnsan sizde gördüğü hâle bir türlü akıl erdiremiyor.”

      Güldü