Güzide Sabri

Münevver


Скачать книгу

acımıyor muyum zannediyorsun? Sen ise hâlâ bana açılmıyor ve her şeyini benden örtüyorsun ve bana böyle davranmakla da bilmem ne dereceye kadar samimi bulunmuş oluyorsun.”

      Biraz durdu, düşündü. Derin derin bana baktı, sonra içini çekti, küçük bir hıçkırık göğsünü sarstı, elindeki udu bir tarafa fırlatarak kalktı ve yanıma geldi, ellerimi avuçlarının içine aldı. En saf, en masum, en sade bir tavırla:

      “Ya! Öyle mi? Demek benim bu hâlim sence böyle telakkilere uğruyor. Hâlbuki bende bir şey yok. İşte bir çocukluk… Bazen öyle bazen böyle, işte geçti bak şimdi hiçbir şeyim yok…”

      “Hayır öyle değil Münevver. Ne sen çocuksun ne de ben. Ortada gizlenmeyecek kadar büyük bir ızdırap var. Bu beni her an ve gittikçe harap ediyor.”

      “Canım ne olacak. Öyle bile olsa ne ehemmiyeti var sanki…”

      “Nasıl ne ehemmiyeti var. Söylediklerimi bir daha tekrar ettirmeden bana her şeyi açıkça söylemeni senden rica ediyorum. Yoksa kırılırım ve bana samimiyet ve muhabbetin olmadığına da hükmederim.” Ellerimi sıkarak:

      “Öyle deme, o vakit ben de buna çok üzülürüm, şu biçare Münevver’i, şu bahtsız kızcağızı bu hayatı içinde meşgul eden yalnız sen olduğunu bildiğin hâlde niçin ona böyle sitem ediyorsun? Niçin onu muhabbetsizlikle itham ediyorsun? Bir derdim de varsa bırak o derdimle kalayım, ne olacak… Bilmem ki kırılmış ve ümitsiz zavallı bir kalbin ızdıraplarını, geçmiş günlerin acı yadigârlarını dinlemek seni memnun eder mi?”

      Kendisine dedim ki:

      “İnsanın teselli verici ve candan bir arkadaşı varken ona her şey söylenir, ondan teselli beklenir zannederim Münevver!”

      Bu sözüm üzerine Münevver esefle başını sallayarak:

      “Teselli mi dediniz? Ne kadar uzak! Bu benim için ne kadar beyhude, ben zaten bunu istemiyorum. Dünyada en muazzez ümidim yok olduktan sonra ben o teselliyi ne yapayım, bana yeniden hayatımı sevdirecek daha hangi teselli kaldı ki… Ben o teselliyi ne yapayım ki yerine getireceği hiçbir şey yoktur.”

      Bunları söylerken edasında başka bir teessür ve sesinde ayrı bir titreklik vardı ve devam etti:

      “Bakınız bugün verem olduğumu, ciğerimin çürüdüğünü hissettiğim hâlde hiç aldırış bile etmiyorum.”

      Ben bu son cümle üzerine çok fena ürkmüş ve ihtiyarsız bir hâlde kendimi odanın ortasında bulmuştum. Hiç beklemediğim, hiç ummadığım bu söz beni müthiş bir surette sarsmıştı.

      Münevver, o siyah elbiseler içinde sapsarı bir çehre ile bana bakıyor, solgun dudakları üzerinde acı bir tebessüm, gözlerinde bir ümitsizlik görünüyordu. Ben şaşırmış, o sözün dehşetiyle büsbütün ezilmiştim. Müfekkirem darmadağınık olmuştu. Kafamın içinde beynimin döndüğünü hisseder gibiydim, artık bir şey düşünemiyordum.

      O, yanıma gelerek yorgun yorgun bana baktı.

      “Niçin bu kadar korktun?” dedi. “Öyle ise uzaktan konuşalım. Herhâlde sirayet eder diye ürküyorsunuz?”

      Ben en ciddi bir tavır ile:

      “Hayır Münevver, bunda çok yanılıyorsun; sirayet denilen şey hiç de hatırıma gelmedi, ona hiç ehemmiyet vermem. Göreceksin ki her zamanımız yine beraber geçecek hatta sana daha yakın bulunacağım. Yalnız eğer bir daha böyle şeylerden bahsedecek, bir daha hayatına, sıhhatine iftira ile beni yine böyle perişan eyleyecek isen artık benimle görüşmekten vazgeç, anlıyor musun yavrum?”

      O, içini çekerek:

      “Hayatıma, sıhhatime iftira mı ediyorum? Peki öyle olsun. Fakat ben yine öleceğim. Bunu da iyi bil ki sonra daha çok perişan olmayasın kardeşim.” dedi. Bundan sonra başı iki zayıf eli arasına düştü. O da ben de susmuştuk. Bu sükût içinde boğuk bir feryat gibi derin bir hıçkırık işitildi.

      Bugün ilk defa, Münevver yanımda hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ben ona bir şey diyemeyecek, teselli veremeyecek hâldeydim. Yalnız içimden bir şeylerin eriyip koptuğunu hisseder gibiydim. Gözlerimde toplanan yaşları güç zapt edebiliyordum.

      Neden sonra mihnetli başını kaldırarak:

      “Rica ederim, müsaade et, daima ölümden, daima ölmekten bahsedeyim. Çünkü ölüm bir bahtsızı kurtaran ve şifa veren bir vasıtadır ve zaten benim bundan başka konuşulacak neyim kaldı ki? Bence ümit ve teselli denilen şeyler varsa bunların hepsi artık ondadır. Felaket görmüş insanları boynuna çekmekle huzur veren toprak, benim artık en özlediğim bir yer olmuştur.”

      Münevver şiddetli bir buhran içindeydi. Bütün yaraları, bütün acıları tazelenmiş, geçmiş günlerin matemli hatıraları, en acı dakikaları gözlerinin önünde canlanmıştı.

      Gözyaşları ile sırılsıklam olan mendili yüzünden çekerek kısık ve gamlı bir sesle:

      “Mademki bana, ben senin gam ortağınım diyorsun… Elemlerime kimsenin ortak olmasını istemediğim hâlde, bana gösterdiğin bu yakınlığa karşı minnetlerimi gösterebilmek maksadı ile sana her şeyimi söyleyeceğim, buna karar verdim. Onun ızdıraplarını, kalbinin acılarını, uğradığı felaketleri dinle. Öldükten sonra da ona acıyan yalnız sen olacaksın. Ona bütün dertlerini açtıktan sonra bil ki artık onun senden başka kimsesi olmayacaktır.”

      İkimiz de pencerenin önüne gittik. Gözlerimde biriken birkaç damla yaşı artık zapt edememiştim.

      Yağmur hâlâ o tenhalık, o sükûnet içinde hazin bir ahenk ile yağıyor, yapraklar ağır ağır dökülüyordu.

      Münevver, yorgun ve perişan bir hâlde geniş bir koltuğa oturdu. Başını bir eline dayayarak:

      “Dinleyiniz artık, bakınız ne kadar sakinim, şimdi hiçbir şeyciklerim yok. Bu sükûnet içindeyken şimdiye kadar kapalı kalan o feci hatırayı sana anlatacağım.” dedi ve başladı.

      “Ben bu yirmi senelik hayatım içinde yalnız bir ruha, yalnız bir vücuda kendimi vakfetmiş; onu kalbimin en saf emelleri, en nezih hisleri, en aziz ümitleriyle sevmiştim. O kadar samimi, o kadar şiddetli bir muhabbet ki onu sana layıkıyla anlatabilmekte lisanım âciz kalacaktır.

      Çocukluğumuz onunla bir evde ve pek mesut bir hâlde geçmişti. O benim amcamın oğlu idi. Dokuz yaşıma kadar onunla beraber yaşadım. O zaman o, leyli mekteplerden birine gidiyor ve on dört yaşını bitirmek üzere bulunuyordu. Birbirimize karşı muamelemiz o kadar şefkatli ve o kadar samimi idi ki bizi görenler ikimizin bir ruh olduğuna kani oluyorlardı.

      Beni ağlatan bir söz onu da ağlatır, onu güldüren bir latife mutlak beni de güldürürdü. Velhasıl, neşe ve kederde ikimiz beraber idik. Onun biricik zevki, en kıymetli arzusu beni sevindirmek, beni güldürmek, beni eğlendirmekti. Bunu yapabildiği zamanlar, en büyük bir vazifeyi yapmış gibi içten bir haz duyardı.

      Haftada evde bulunduğu bir gecenin bütün saatlerini bana hasreder ve bu, onun en kıymetli zamanları olurdu. Benimle dertleşmek, benimle görüşmek onun için büyük bir ihtiyaçtı ve bunun için de tenha yerleri, karanlık köşeleri arardı. Zaman olurdu ki sabahın güzelliklerini seyretmek, kuşların ötüşlerini dinlemek için seheri bekler, gecenin derin sükûnu arasında ruhlarımızın birbirine anlatmak istediği gizli bir sevdanın gönül okşayan fısıltılarını dinlerdik.

      Bu, içten gelen samimi ve saf bir aşkın başladığı dakikalardı ki daha biz bunu anlayacak bir yaşta değildik. Çünkü ikimiz de henüz küçüktük. O, on dört yaşında bir çocuk, ben dokuz yaşında küçük bir kızdım.

      Henüz muhabbet kelimesinin ne demek olduğunu tefsir edemez, kalbimizi, ruhumuzu kaplayan bu garip bir hissin;