Geçen felaket ve bozgun yılının canlanmış da kalmış uğursuz ve karanlık damlalarına benzeyen birçok karga sürüsü sahipleri öldürülen boş ve sürülmemiş tarlalarda dolaşıyordu. Tren hareket ettiği vakit hepimiz bir defacık selamlaşmış ve sonra, o yalnız esir ve perişan Müslüman memleketlerinde duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sükûnu ile susmuştuk. Hava pek soğuktu. Kapalı camların ince buğularından minareleri yıkılmış, mescitlerinin üzerine haçlar asılmış tenha köyleri görüyor gibi oluyorduk. Bu köyler uzaklarda, ta ufkun nihayetindeki mor sislerin içinde idi. Şimdi ezanın sustuğu bu öksüz yurtlara çanlarını ulutmak için Selanik’e vapur vapur gelen Kafkasya Rumları yerleşiyorlardı. Susuyorduk. Ve sanki bize milyonlarca kan ve din kardeşlerimizin ölümünü hatırlatan dışarısını, bu düşmanın öz vatanımızdan zorla kopardığı altın sahraları görmemek için önümüze bakıyorduk. Karşımdan bir ses:
“Kendimi Türkiye zamanında zannettim.” dedi. “Yanımızda hiç yabancı yok?”
Gülümsedim. Başımı salladım. Bu ufak bir beydi. Daha bıyıkları yeni terliyordu. Ellerini kaputunun cebine sokmuş, bir şeyden ürküyor gibi başını omuzlarının arasına çekmiş, kumral ve ince kaşlarını yukarı kaldırmıştı. Zayıf ve kansızdı. Yüzü masivadan gölgelenen ruhani ve masum bir beyazlıkla parlıyordu. Öbür köşede, pencerenin dibinde beyaz sarıklı, siyah cübbeli bir hoca; ihtiyar, hasta, mecalsiz ve alacalı bir yığın gibi uyukluyordu. Yanındaki şişman ve yeni seyahat elbiseleri giymiş siyah ve alafranga sakallı bir beyefendi bana baktı. Güldü. Onun karşısındaki sarı, uzun boylu, son moda bol esvaplı, kuvvetli ve gözleri parlak bir genç:
“Ah, bu dünya…” dedi.
Susuyorduk. İki senedir sanki hiçbir şey değişmemişti. Bir an içinde “Türkiye idaresindeki Selanik’e gidiyorum.” hayaline kapılıyor ve kapıyı kırmızı fesli bir kondüktörün açacağını bekliyordum. Ve bilmem nasıl mantıksız bir cesaretle Serezli ufak bey korkmuyor, içimizden birisinin Yunan hafiyesi olabileceğine ihtimal vermiyordu.
“Acaba buralarını ne vakit Türk askeri gelip alacak?” dedi.
Ben daima bilmek, öğrenmek, anlamak, tanımak, anlatmak istemediğimiz şeylerin üstüne attığımız basmakalıp bir sözü ağzımdan kaçırdım:
“Allah bilir!”
İhtiyar hocanın önündeki şık ve iri genç kalın ve al burnunu küçük parmağının uzun tırnağıyla kaşıyarak:
“Allah’ın bildiği malum bir şey!” diye güldü. “Lakin kul da bilir ki artık buralara Türk ayağı basamaz.”
“Niçin basamasın?” diye haykırdım.
Uyuklayan beyaz sakallı hoca uyandı. Başını kaldırdı. Bize ayrı ayrı baktı. Ben Yunanistan’da olduğumu unutmuştum. Ağaçlar, hendekler pencerelerin arkasından hızla geçip gidiyordu. Şişman ve pek zengin olduğu hâlinden anlaşılan beyefendi etrafına bakınarak:
“Yavaş konuşsak.” dedi ve bana dönerek devam etti: “Oğlum, eğer iftihar olunacak bir şeyse hiç zahmet çekmeden ben de sizin kadar Müslüman ve mutaassıp olabilirim. Mülkiye-i Şahane’den8 çıktım. On sekiz sene kaymakamlık ve mutasarrıflık ettim. İşte size söylüyorum ki Müslümanların yaşamaya hakkı yoktur. Ve Türkler asla bir daha buralara gelemez. Türkiye’de ağzıma alamayacağım hakikatleri burada sizden saklamaya lüzum yoktur. Zira hür ve medeni bir hükûmet arazisindeyiz. Ne şu muhterem hoca efendi ve ne de siz dinsizliğimi, İslamlığın aleyhinde olduğumu iddia ederek kafamın kesilmesini, asılmamı isteyecek bir evvel zaman adaletini burada bulamazsınız; medeniyetleri, terakkileri, itilaları, tarihleri hep dinler yapar. Dinler bir kainatı yıkar, yerine, ikinci bir kainat kurar. Fertlerin bütün hareketlerindeki esasları kımıldatan, içtimaiyatta büyük ana hatlarını çizen dindir. İslamlık ise fertlerindeki cemaat ve milliyet temayüllerini bozarak hepsini karanlık bir taassubun görmez körlüğü içinde yaşatır. Sözüme şahit işte bütün dünya yüzündeki Müslümanlık… Yüz milyonlarca Müslüman ve bizim milletimiz olan elli milyon Türk hâlâ on üç, on dört asır evvelki hurafeler ve efsanelerle çırpınıyor. Rusya’daki Türkler, Bosna Hersek, Rumeli, Hive, Buhara, Acemistan, Türkistan, Efganistan, Bulucistan, Hindistan, Mısır, Trablus, Sudan, Tunus, Cezayir, Fas, Sahra-yi Kebir, Zengibar, Cava, Somali, Sumatra… Daha sayayım mı? Hasılı bütün İslamlık bugün inkişaf etmiş, kuvvetlenmiş, ilerlemiş Hristiyan milletlerin boyunduruğu altında… Yalnız bizim Türkiye’nin yalancıktan bir istiklali var. Ama ne istiklal! Gümrüklerine on para zam edemez. Düşmanlarıyla rahat bir muahede yapamaz. Payitahttaki Hristiyan mekteplerinin içine giremez. Hasılı İslam tarihinde okuduğumuz yüz şu kadar İslam hükûmetinin mahvına sebep olan amiller hâlâ Türkiye’de duruyor. Aynı kanunlar, aynı şeylere tesir edince neticeler de aynı olur. O hâlde Türkiye’nin de diğer Müslüman hükûmetleri gibi mahvolacağı, tarihten namının silineceği ve biz Türkler de bütün Müslümanlar gibi yakında İstanbul’u alacak olan Hristiyan efendilerimize sadakatle dua ederek hayatımızı diğer dindaşlarımız gibi miskin miskin taassup, cehalet ve rezalet içinde geçireceğimiz muhakkak ve…”
Bu ateşli ve mutaassıp bir dinsizdi. Ona kıyaslama yaparken hissine ve taassubuna kapılmamasını tavsiye edecektim. Susmasını, lafının sonunu bekliyordum. Serezli genç bey kafasını zayıf omuzlarının arasından çıkarmış, güzel ve şahane gözlerini açmıştı. Mülkiye-i Şahane mezunu eski mutasarrıfın birdenbire sözünü kesti:
“Ya Mehdi? Mehdi çıkmayacak mı?”
“Hangi Mehdi?”
“Hangi Mehdi olacak? Daha onu bilmiyor musun? Mehdi çıkacak. Müslümanların başına geçecek. Gâvurların hepsini öldürecek. Bütün dünyayı Müslüman yapacak.”
Şişman beyefendi tombul ve beyaz elleriyle karnını tutarak gülüyor, al yanakları pençe pençe kızarıyordu.
İhtiyar hocanın karşısındaki genç de zavallı Serez Beyi’nin saflığına gülmekten kendisini menedemiyor:
“Ey küçük bey, bu Mehdi ne vakit çıkacak?” diye eğleniyor, “Bari yakında gelecekse nafile çiftliklerimizi yok pahasına gâvurlara satmayalım.” diyordu.
Lokomotif düdüğünü çalıyordu. Ben “Mehdi” bekleyen saf çocuğu nasıl müdafaa edeceğimi düşünüyordum, öbür köşedeki beyaz ve büyük sarıklı ihtiyar ve sakin Hoca Efendi doğruldu. Büyük, derin ve küçük gözlerini açtı. Siyah ve kalın cübbesinin temiz eteklerini düzeltti. İlk defa ağzını açıyordu.
“Mehdi’ye gülüyorsunuz ha…” dedi
Ben arzın dümdüz olduğunu, balığın üzerinde öküzün boynuzunda tıpkı bir tepsi gibi durduğunu fenle ispata kalkacak bunak bir yobazın Mehdi hakkında saçmalayacağı budalalıkları duymamak için başımı pencereye doğru çevirdim. Hoca Efendi yabancı olmadığım garip bir tecvidin ağır ve hususi ahengiyle lafa başladı. Ama ben de artık dışarı bakamadım. Onu canı gönülden dinlerken Serezli genç bey gibi benim de ağzım birkaç santimetre açık kaldı.
“Bu Mehdi kimdir, biliyor musunuz evlatlar? Gaip olan on ikinci imam! Bütün Müslümanlar onun gelmesini bekliyorlar… Bu şüphesiz bir hayal. Bu hayalin nereden ve nasıl tesirlerle çıktığını size söyleyeyim: İslamlık bir mefkuredir, öyle ali, metin, yüksek bir mefkure ki taarruz… Her Müslüman, İslam olmayan memleketleri almak, oralarını Müslüman yapmak emelini besler. Zaman fitneler ve nifaklar arasında geçmiş. İslam hükûmetleri birer birer inkıraz bulmuş. İslamlar esir düşmüşler. Fakat her esir Müslüman’da İslamilik mefkuresi şuursuz bir anane, bir ümit, bir emel bırakmış. Esirliğin ağır ve ateşli zincirleri altında inleyen her Müslüman bir halas, bir necat