Сабахаттин Али

Kuyucaklı Yusuf


Скачать книгу

olsun diye bir müddet söylendi, sonra o da sesini çıkarmaz oldu: Yusuf, kimse farkında olmadan evin en sözü geçen adamı oluvermişti. Şahinde bile buna alışmıştı. Artık her şeyi tabii buluyor ve eskiden beri hep böyle imiş zannediyordu.

      Dersleri bırakmaktan asıl ve sahiden üzülen Muazzez’di. Mürüvvet Hanım’ın evi pek eğlenceli ve kalabalıktı. Şen, kurnaz ve çokbilmiş kızlar hep orada toplanırdı. Ne çare ki, Yusuf’a meram anlatmak imkânsızdı ve Muazzez’in bu üzüntüsünü ancak Yusuf ağabeyinin sözünü dinlemiş olmak zevki biraz hafifletebiliyordu. Yusuf’un bütün bu aksiliğinin sebebi ise Mürüvvet Hanım’ın evi hakkında Hacı Rifat’ın İhsan’dan duyduğu birkaç münasebetsiz rivayetti.

      9

      Bu küçük şehirlerin yeknesaklığını değiştiren nadir hadiselerden biri de bayramlardı. Hele Ramazan Bayramı, bir aylık bir bekleyiş ve hazırlıktan sonra geldiği için, o nispette coşkun olurdu.

      Çocukların çoğu ramazanda oruç tutar, namaz kılarlardı. Sahura kalkmak ayrı bir zevk, öğleye kadar uyumak ve gündüzün, biraz da yapma olan bir mahmurlukla, dolaşmak ayrı bir zevkti. Öğleüzeri Kurşunlu Camii’de İbradalı Salim Hoca’nın vaazları dinlenir, ikindi mukabeleleri kaçırılmaz, akşamüzeri de gözler ve kulaklar “tepe”den atılacak topa dikilirdi. Top, şehrin her yerinden görülebildiği için bilhassa çocuklar, meydanlara toplanarak topçunun hareketlerini uzaktan keskin gözlerle takip ederlerdi. Evleri Kurşunlu Camii’ye yakın olanlar ise bu caminin minaresinde elinde saatle bekleyen ve vakit gelince topçuya işaret veren Müezzin Sarı Hafız’a bakarlardı. Top patlar patlamaz, sanki sahici bir endaht6 yapılmış da mermi aralarına düşmüş gibi, bağrışarak evlerine koşuştururlardı.

      Geceleri büyüklerle sokağa çıkarlar, teraviye giderler, fakat çok kere sonuna kadar dayanamayarak dışarı fırlarlar ve büyüklerin yokluğundan istifade ederek kahvelerde bir iki el yüzük oynarlardı. Teravi bittikten sonra ellerinde iri coplarla sokaklarda küme küme dolaşırlar yahut gâvur mahallesine kavgaya giderlerdi.

      Bilhassa perşembe akşamlarını sabırsızlıkla beklerlerdi. Bu gece Kadirî tekkesinde zikir olduğu için, çocuklar tekkenin etrafında dizilirler, içeri girenleri, bilhassa kadınları seyrederler, sonra da birbirlerini ite kaka pencerelere yanaşarak “hünküren” dervişlere bakarlardı. İçlerinde bazı imtiyazlıları ve usluları vardı ki, babaları ile tekkeye girmeye, hatta bazen zikre katışmaya mezun idiler. Bunlar, sebebini anlamadıkları bir gaşy ve cezbe içinde, vücutlarının bütün elastikiyeti ile iki tarafa sallanırlarken dumanlı gözlerini arada sırada yukarıya, kadınlar tarafının kafesine kaldırırlardı.

      Bütün bunları takip eden bayram, sahiden bir coşkunluk ve neşe devri olurdu. Yusuf’un, şimdiye kadar daima biraz yabancı kaldığı bu şehrin cereyanına kendini kaptırması, yani bu şehirdekilerle, müspet veya menfi münasebetlere geçmesi, bu şehirde asıl “yaşamaya” başlaması da böyle bir bayram gününe tesadüf eder.

      Bir Ramazan Bayramı’nın birinci günü, sabahleyin namazdan dönüldüğü esnada, Yusuf, yeni yaptırdığı “şeytanbezi” elbiseleri giymiş, Şahinde’nin süslediği Muazzez’i seyrediyor ve gülümsüyordu.

      Biraz sonra Alanyalı Kâzım, şube reisinin oğlu Vasfi, Vasfi’nin kız kardeşi Meliha ve Şerif Efendi’nin oğlu Ali gelecekti, hep beraber bir araba tutup Akçay İskelesi’ne gitmek istiyorlardı.

      Fakat bu sırada Ali geldi, Kâzım’a babasının öğle yemeğinden evvel izin vermediğini, bayram sabahı öğleye kadar dükkân açmanın sair zamanın bir haftasından çok kâr bırakacağını söylediğini anlattı. Akçay gezintisi öğleden sonraya kalıyordu.

      Öğleye kadar vakit geçirmek için bayram yerine gitmeye karar verdiler. Yusuf, Muazzez ve Ali, her üçü de yepyeni giyinmişlerdi. Ali’nin kavuniçi zifirden dikilmiş yakalıksız Frenk gömleği ve bir kenarı ceketinin yan cebinden sarkan sırma işlemeli çevresi bugüne mahsus lükslerdendi.

      Yusuf koyu yeşil şeytanbezinden elbisesi, basık ökçeli tulumbacı pabuçları ve arkaya doğru atılan fesi ile pırıl pırıl parlıyordu.

      Fakat içlerinde en şıkları şüphesiz Muazzez’di. Sırtında mor atlastan ve güneşin altında pırıltısı gözleri alan bir elbise, ayağında iri tokalı rugan iskarpinler, iki örgü arkaya bırakılan saçlarının ucunda geniş, kırmızı kurdeleler vardı.

      Yaşı on üçe basan ve birdenbire güzelleşiveren Muazzez âdeta olgun ve yetişkin bir hanım kız oluvermişti. Atlas entarisinin hafifçe kabaran göğsü, bütün hicabına ve gayretine rağmen, zavallı Ali’nin gözlerini dayanılmaz bir tecessüs ve hayretle kendisine çekiyordu.

      Bayram yerine doğru yürüdüler. Kuşluk vakti olmuştu. Her taraftan yükselen bir gürültü âdeta kulakları sağır ediyordu. Meydanın kenarında, üzerine tente gerilmiş sergilerin altında, Alanyalı ve Aksekili çerçiler bağıra bağıra bilezik, kurdele, sakız, kına vesaire satıyorlardı. Çocuklar ellerindeki şişirgen düdükleri yorulmak bilmez bir inatla öttürüyorlardı. Bir arabacı, atların yanında, elinde kamçısı “Soğuktulumba’ya, Cennetayağı’na! Soğuktulumba’ya, Cennetayağı’na!” diye müşteri topluyordu. Arabanın içi küçük çocuklarla dolmuştu: Bağrışıyorlar, konuşuyorlar ve düdük öttürüyorlardı. Bu esnada müşterisini almış bir araba “vardaaa” diye hızla geçiyor; içindekiler bir neşe çığlığı koparıyorlar ve:

      Köşe başı meyhane,

      Asmadandır kapısı.

      Ben gözüme almışım

      On beş sene mapusu.

      diye hepsi bir ağızdan türkü söylüyorlardı.

      Biraz daha ileride, meydanın tam orta yerinde salıncaklar kurulmuştu ve asıl kalabalık, bunların etrafında idi. İçerisine sekiz, on kişi alan ve âdeta küçük bir odaya benzeyen salıncaklarda minimini çocuklar bin türlü çiğ renkte elbiseleriyle ağır ağır sallanıyorlardı. Büyükler ikişer kişilik kayık salıncaklara biniyorlardı.

      Biraz kenardan seyrettikten sonra Ali, “Hadi binelim!” dedi. Yusuf başını salladı:

      “Siz binin. Benim başım döner!”

      O sırada içindekileri inen bir salıncağa Ali ile Muazzez bindiler. Salıncak evvela hafif hafif, sonra gitgide hızlanarak uçmaya başladı. Ali iki taraftan iplere sarılmış, vücudunun bütün kuvvetiyle kolan vuruyor, Muazzez ise biraz korkak, yüzü kıpkırmızı, yerinde sıkı oturmaya çalışıyordu. Ali’nin gözleri, iki tarafına bakınmasına ve başını mütemadiyen başka istikametlere çevirmek istemesine rağmen Muazzez’in yüzüne doğru kayıyor ve derhâl kendi yüzü de onunki gibi kızarıyordu. Muazzez’in bunların farkında olmadığı zannedilebilirdi. Çünkü salıncağın yere her yaklaşışında, biraz ilerideki bir ağaca yaslanmış duran Yusuf’a doğru gülümsüyor, başıyla işaretler ediyordu.

      Bu sırada yandaki salıncak durdu ve oraya bu sefer iki yeni müşteri bindi. Bunlardan biri Hacı Rifat’ın İhsan, öbürü de Fabrikatör Hilmi Bey’in oğlu Şakir’di. Yusuf’un derhâl yüzü bozuldu. Bu Şakir, yaşının on sekizden fazla olmamasına rağmen, kasabada herkese yaka silktirmiş bir çocuktu. Ayyaş, hovarda, ahlaksız bir şeydi. Babasının kazandığı parayı Rum orospular veya İzmirli oğlanlarla yiyor, etmediği rezalet bırakmıyordu.

      Bugün çapraz yelekli, lacivert bir elbise giymiş, yeleğin üzerine yarım okkalık gümüş bir köstek takmıştı. Fesinin etrafında çok fiyakalı sarılmış oyalı bir yemeni vardı.

      Hacı Rifat’ın İhsan salıncağa bindikten sonra Yusuf’u gördü, başıyla ve elleriyle selamladı. Sonra sallanmaya