bir şeycikler yapamayacaksınız. Hiç olmazsa bunu bize yaptıramayacaksınız. Kasabanın meydanına çıkıp ümmeti Muhammed’e bağıra bağıra her şeyleri söylerim, her şeyleri diyorum, anlıyor musun? Elbet bize de inanan iki Müslüman bulunur. İsterseniz ondan sonra bizi öldürün, yapmadığınız bir bu kaldı, onu da yapın! Ama ben daha önce kızımı alır, Aşağıçarşı meydanına gider, her şeyi anlatırım. En katı yürekliler bile Kübra’nın yüzüne bir bakınca merhamete gelirler de sözlerime inanırlar…”
Kadın sözünü bitirmeden Hacı Etem birden kolundan yakaladı, kıvırdı ve iki büklüm olup bağıran kadına şiddetli bir tokat yapıştırdı. Kübra keskin bir feryat kopararak yerinden fırladı ve o tarafa koştu; fakat Yusuf daha evvel koşmuş, bir eliyle herifi boğazından yakalamıştı. Yumruğunu vurmak için öbür elini kaldırdı, birden iki eli de havaya kalktı, bir inilti çıkardı, sallandı ve arka üstü yere yıkıldı.
12
Kaymakam Salâhattin Bey, evvelce de söylediğimiz gibi, gündüzleri biraz ağırca olan işiyle, geceleri de içkisiyle meşguldü ve yaşayıp gidiyordu. Memlekette münasebette bulunduğu adamlar az ve seçmeydi. Uzun memuriyetlerin tecrübesi, yerlilerin kendisi gibi memurlarla niçin ahbap olduklarını ona öğretmişti. Tongaya basmayı pek sevmediği ve namuslu kalmak niyetinde olduğu için ziyafetlere, davetlere pek aldırış etmez; çok itimat ettiği, hukuk mezunu birkaç avukat ve bazen de ceza reisi ile sessiz sessiz içmeyi tercih ederdi.
Bu avukatlardan Hulusi Bey’in Tavşanbayırı’nda büyük, güzel bir evi vardı. Evin bahçesi Edremit’te bir taneydi. Etrafı şimşir ağaçlarıyla çevrilmiş, çakıl döşeli yollar buraya ufak bir park manzarası veriyordu. Evin tam önünde bir asma çardağı, ufak ve fıskiyeli bir havuz vardı. Akşamları bu havuzun kenarına bir tahta masa çıkarılır, üzeri patlıcan salatası, balık tavası vesaire ile donatılır, rakı şişeleri bir kenara dizilirdi. Kış günleri ise bu masa içeride bir odada hazırlanır, Edremit’te pek de lüzumu olmayan mavi bir çini soba yanar ve rakı burada içilirdi.
Oldukça serin bir kış gecesi Salâhattin Bey, ceza reisi ve birkaç avukat, Hulusi Bey’in evinde toplanmışlardı.
Epeyce kafayı tuttukları sırada kapı çalındı, içeriye Fabrikatör Hilmi Bey ile Hacı Etem girdi.
Bu Hilmi Bey, Edremit’in eski eşraf ailelerinden birine mensup, kibarca bir adamdı. Vaktiyle Midilli İdadisinden mezun olduğu için, oldukça okumuş yazmışlardan, memleketin tahsillilerinden sayılır ve hürmet görürdü. Fakat hürmetin asıl sebebi, sonu gelmeyecek kadar çok olduğu rivayet edilen servetiydi. Muhakkak ki, Edremit’te ondan çok zeytini olan yoktu. Fakat asıl, nakit parasının sayısını Allah’ın bildiği ve bunları saymak için vakit yetmeyeceğinden Hilmi Bey’in altınlarını şinikle ölçtüğü söylenirdi.
Bunlarda biraz hakikat bulunması lazımdı. Çünkü şöyle böyle bir servet, baba ile oğulun bitip tükenmez israfına yetmezdi.
Bu adamın oğlu ile münasebeti memlekette oldukça kuvvetli bir dedikodu membasıydı. Çünkü Hilmi Bey, Şakir’in hareketlerini düzelteceği, onu yola getireceği yerde, aynı şeyleri kendisi de, hatta çok kere oğlu ile beraber yapar; İzmirli, Midillili veya yerli Rum çocukları ile yazın Cennetayağı, kışın hamam âlemleri tertip eder, avuç avuç para saçardı. Bunları gören, Şakir’in niçin daha ileri gitmediğine hayret edebilirdi.
Oğul ile baba arasında bazı gizli meseleler mevcut olduğu ve ikisinin birbirine bazı sırlarla bağlı bulunduğu da şehirde dolaşan laflardandı.
Bu akşamki gelişinde herhâlde bir sebep olacaktı. Avukat Hulusi Bey’in pek sıkı fıkı ahbabı olmadığına göre, onun bu tesadüfi gibi görünen ziyareti pek de manasız sayılamazdı. Hacı Etem’le beraber gelmesinde de muhakkak bir maksat gizliydi.
Bir müddet meclise iştirak etti. Birkaç kadeh aldı. Fakat buraya ayık geldiği için bu kadehlerin pek tesiri görülmedi. Küçük gözleriyle, hiç durmadan odadakileri süzüyordu.
Bir aralık ceza reisine “Bir iki el çevirelim istersen, ne dersin?” dedi.
Ceza reisi çok namuslu, hakperest bir adam olduğu hâlde, kumara biraz yüzü yoktu. Büyük oyunlara girmese bile, şöyle bir iki saatlik bir parti çevirmekten kendini alamazdı.
“Siz bilirsiniz. Ufaktan bir şey yaparız!” dedi.
Rakı masası kaldırıldı. İçeri daha küçük bir masa getirildi. Üzerine pike bir örtü örtüldü ve kâğıtlar ortaya çıktı.
Burada oynanan oyunlar nadiren poker, hemen hemen her zaman da otuz bir dedikleri bir oyundu. Fakat bu akşam Hilmi Bey gülerek “Reis Bey, bir kılıç keser misin sen bu gece!” dedi.
“Bırak Allah aşkına, hapishane oyunudur o!”
“Hepsi kumar değil mi canım, uzun işe girmektense ayakta birkaç el çeviririz… Maksat vakit geçsin!”
“Sen bilirsin!”
Gülüşerek masanın etrafına toplandılar. Kendi şanlarıyla mütenasip olmayan bu oyunu yarı şaka telakki ediyorlardı.
Hilmi Bey kâğıtları kardı. Yanında duran kaymakama sordu:
“Ne vereyim beyefendi?”
Kaymakam şaşırdı:
“Aman beyim, ben oyun filan oynamam. Hele bu kılıç mıdır nedir, bilmem bile!”
“Bilinecek tarafı yok beyefendi, şimdi öğrenirsiniz!”
Birkaç kelime ile oyunu tarif etti.
“Fakat ben oyun oynamam.”
Ceza reisi sokuldu:
“Aman iki gözüm, çiğlik etmesene! Bir el çevirelim de dağılalım!”
Salâhattin Bey güldü:
“Canım, benim oynamadığımı sen de bilirsin!”
Hilmi Bey: “Oyun deyip de büyütmeyin beyefendi, şunun şurasında maksat eğlenmek!.. Ne vereyim?”
Salâhattin Bey önüne bir gümüş çeyrek çıkardı:
“Şuna bir dokuzlu verin!”
Hilmi Bey’in elleri süratle işlemeye başladı ve biraz sonra dokuzlu Salâhattin Bey’in önüne düştü. Hilmi Bey derhâl cebinden iki çeyrek çıkarıp atarak:
“Buyurun! Kâğıtları da alın, şimdi siz vereceksiniz!”
Yarım saat sonra oyun kızışmış, sesler kesilmiş, çehrelerden tebessüm giderek, onun yerine bir heyecan ve hırs ifadesi gelmişti.
“Bir papaz, iki liraya!”, “Bir üçlü, fitimize!” gibi sözler işitiliyor ve çabuk çabuk, birbiri arkasından yere atılan iskambiller acayip hışırtılar çıkarıyordu.
Masanın kenarına konan ayaklı bir lamba, sarı ışığını ancak oyuncuların halkasına veriyor ve odanın diğer tarafları sessiz bir loşluğa dalıyordu. Masanın kenarındakilerin iri gölgeleri duvarlarda garip ve kocaman mahluklar gibi mübalağalı hareketler yapıyordu.
Köşedeki camekânlı duvar dolabının ön sahanlığında birkaç kadeh, yarım karafa rakı, biraz pastırmalı yumurta ve biraz da turşu, uzun zamandır el sürülmeden bekliyordu.
Bir müddet evvel oraya kadar gidip bir kadeh atan, sonra meze dolu ağzıyla tekrar masa başına gelerek oyuna iştirak eden keyif ehillerinde pek yerlerinden kımıldayacak hâl kalmamıştı.
Birdenbire sararan çehreleri, titreyen elleriyle, acınacak bir hâl almışlardı. Kâğıtları kararken yarısını döküyorlar, tekrar toplayıp karıştırıyor ve bu sefer de kesmek için yanlış birisine uzatıyorlardı.
İkide