oyunla talihi kendine çevirmek istiyordu. Bir kere kaybetti mi ikinci defa demin kaybettiğinin iki mislini ve üçüncü defa ikincide kaybettiğinin iki mislini koyuyordu. Böylece ziyanı, aklı başında olduğu zaman düşünmekten bile korkacağı bir miktara çıkıyordu.
Bütün parayı alan Hacı Etem’di. Yüzünde ciddi bir ifade ile ve asla konuşmadan para sürüyor yahut kâğıt yapıyordu. Önünde çok bir para yoktu. Bu oyunda kazanılan paranın ortada tutulması şart olmadığı için, Etem aldığı sarı liraları cebine koyuyor ve önünde birkaç mecidiye bırakıyordu.
Hilmi Bey de hiç ses çıkarmadan, dudaklarının kenarında donup kalan kibar bir gülüşle kaybediyor ve Salâhattin Bey’in önü boşalıp zavallı adam bitkin, sarı bir hâlde iskemlenin arkalığına yaslanınca “Ben vereyim beyefendi!” diyerek önüne bir avuç para koyuyordu.
Hulusi Bey ve diğerleri (ceza reisinden maada) bu işte bir sakatlık olduğunu sezmiş gibiydiler. Fakat ortada gözle görülen bir şey olmadan üstüne belayı davet etmek doğru değildi. Şimdilik oldukları yerde tutunabilmeyi kâr sayıyorlardı. Hiçbirinde sarhoşluktan eser kalmamıştı. Hulusi Bey’in gözleri Salâhattin Bey’e merhamet ve imkânsızlık içinde bakıyor ve Hilmi Bey’in gözleriyle karşılaşmamaya gayret ediyordu. Bir şey yapmaya imkân yoktu: Oyunu bırakmak tekliflerini Salâhattin Bey şaşkın, fakat sert bir el işaretiyle reddetmiş ve Hilmi Bey de “Bırakın canım, oynasın beyefendi! Belki çıkarır. Bak, biz de zarardayız, yarım mı bırakalım oyunu?” deyince herhangi bir şey yapmak büsbütün imkânsız olmuştu.
Lambanın sarı ışığı altında kaymakamın yüzü olduğundan daha uzun görünüyordu. Gümüş gibi beyaz saçları demet demet şakaklarına dökülüyor ve kirli bir renk alıyordu. Sakalları birkaç saat içinde uzamış, uzun parmaklı ellerinin üzerinde mor damarlar peyda olmuştu. İçerisi ve kenarları kanlanan gözleri etrafa bakıyor, fakat hiçbir şeyin farkında değilmiş hissini veriyordu. Bakışları birkaç kere, kendisine sitemli gözlerle bakan Hulusi Bey’e tesadüf etti. Rengi kaçmış dudaklarının kenarında şaşkın ve manasız bir tebessüm belirdi ve başını önüne çevirir çevirmez derhâl silindi. Oyun sabah ezanları okunurken bitti: Salâhattin Bey kendisine Hilmi Bey’in uzattığı bir avuç parayı eliyle ve bitkin bir tavırla iterek “Yeter!” dedi.
Yerinden kalktı ve kalkarken iskemleyi devirdi, kapıya doğru birkaç adım gittikten sonra döndü:
“Size borcum ne kadar?”
Hilmi Bey masanın üstündeki tütün paketini aldı, arka tarafındaki dağınık rakamları topladı ve “Üç yüz yirmi lira!” dedi. Sonra hafif bir tebessümle ilave etti:
“Ehemmiyeti mi var beyefendi, kumarbazın kumarbaza senede beş kuruşu bile geçmezmiş; bir gün yine toplanır telafi ederiz.”
13
Salâhattin Bey ertesi gün vazifeye ancak öğleden sonra gidebildi. Yüzü hâlâ sarı ve tıraşlıydı. Evde Şahinde ile şiddetli bir kavga etmiş ve zihni büsbütün karışmıştı. Dairede Avukat Hulusi Bey’i kendisini bekler buldu. Hazin hazin gülerek “Görünmez kaza işte buna derler iki gözüm…” dedi.
“Duracak zaman değil. İşin çaresine bakmalı!”
“Çaresine bakılacak tarafı mı var? Elimdeki zeytinliği satsam ve bir senelik maaşımı kırdırıp buna ilave etsem yine yetmez; 320 altın bu… Bitti Hulusi Bey, her şey bitti. Düşün ki buradan tası tarağı toplayıp gitmek bile mümkün değil, burada kalıp sefil ve kepaze olmaya mahkûmum. Üç senede, beş senede, elbet ödemeye çalışacağız!”
İçeri eshabı mesalihten7 birkaç kişi girdiği için sözü kestiler. Kaymakam birdenbire bunların arkasında Hacı Etem’in yüzünü görür gibi oldu ve şaşırdı. Etem, diğerlerini iterek öne doğru sokuldu ve kaymakamın önüne bir kâğıt sürdü.
Salâhattin Bey kâğıda bir göz atınca sapsarı oldu; eli titremeye başladı. Yavaşça sordu:
“Neden icap etti bu?”
“Hani beyim, aklınıza bir şey gelmesin… Lüzumu da yoktu ya, âdettir de onun için; siz bir imza buyurun!”
Kaymakam önündeki kâğıda titrek bir imza attı ve Hacı Etem gözlerini Hulusi Bey’inkilerle karşılaştırmamaya çalışarak süratle çıktı.
Kaymakam diğerlerinin kâğıtlarını da bir kere göz bile gezdirmeden, imzaladıktan sonra yavaşça Hulusi Bey’e döndü:
“Dün akşamki para için bir senet imzalattılar!” dedi.
“Niçin imzaladınız?”
“Ne yapayım? Hem görmüyor musun, ne biçimsiz zamanda geldi. Muhakkak kerata bir saattir içerisinin dolmasını beklemiş. Her şey bitti dedim ya sana!”
“A iki gözüm, senin bu Hilmi Bey’e bir kötülüğün dokunmuş değildir. Senden intikam almak istemesine filan imkân yok. Herhâlde başka bir maksatları olacak. Ya senden mühim bir çıkarları var yahut da başka bir şey. Hilmi Bey senden bu üç yüz bilmem ne kadar lirayı alamayacağını pek iyi bilir. Kaymakam Bey’i kendisine borçlu etmek zevki için de bu kadar paraya kıyamaz. Dur bakalım, bir müddet bekleyelim. Herhâlde bir kokusu çıkacak. Sen yalnız aklını başına topla ve hiç itidalini kaybetme. Dünyada düzelmeyecek iş mi olur?”
Salâhattin Bey bu gibi sözlerin ona teselli vermekten uzak olduğunu ima eden bir tavırla başını salladı.
Akşam eve döndüğü zaman Şahinde, kendisini gülerek karşıladı. Bir iki saat evvelki kavgadan sonra bu fevkalade iltifat onu hayrete düşürdü.
Şahinde onu kolundan tutarak kulağına fısıldadı:
“Ayol sana mühim havadislerim var!”
“Hayrola!”
“Sorma, bugün bize Hilmi Bey’inkiler geldi. Ama öyle senin bildiğin gelişlerden değil, âdeta şöyle görücüye gelir gibi bir şey!”
“Ne görücüsü? Kimin için?”
“Kimin için olacak a bey, gelinlik kızın olduğunu unuttun mu?”
“Muazzez için mi geldiler? O daha çocuk, demedin mi?”
“Ne çocuğu, ilahi Salâhattin Bey, ben sana vardığım zaman kaç yaşındaydım?”
“Benim şimdilik kimseye verilecek kızım yok. Gelenlere böyle söylersin. Hem bu işlere sen pek karışma!”
“Karışmaz olur muyum? Anası değil miyim? Neyse, bağırıp durma; ben zaten babasıyla görüşeyim demiştim. Fakat herhâlde kızı yirmisine kadar evde tutup kocakarı yapmaya niyetin yoktur.”
Salâhattin Bey odasına gidince uzun uzun düşünerek bu iki günün vukuatını birbirine bağlamaya, onlara mana vermeye çalıştı. Bir şeyler sezer gibi oluyor, fakat içinden çıkamıyordu. Eğer Hilmi Bey, Muazzez’i oğluna almak istiyorsa neden önce dün akşamki gibi bir plana lüzum görüyordu? Doğrudan doğruya isteyemez miydi? Şehrin zengin ve asil bir ailesinin oğlu, herhâlde reddedileceğini düşünerek babasını böyle yollara sevk etmiş olamazdı.
Fakat ertesi gün Şakir’i şuradan buradan soruşturunca niçin evvela kendisinin eli ayağı bağlanmak istendiğini anladı.
Hulusi Bey de havadisi duyunca yüzünü buruşturdu:
“Bak bu hiç aklıma gelmemişti.” dedi. “Yazık olacak kıza!”
“Ne diye yazık olacakmış? Ben öylesine kız filan vermem!”
“Onlar da herhâlde senin böyle diyeceğini düşünmüşlerdir. Ne diye akşam sana üç yüz lira verdiler? Hem dur bakalım,