a her dakika, bilgi ve malumat bombardımanı altındayız.
İnsanlık, 20. yüzyıla, 19 yüzyılda elde ettiği bilgiden fazlasını sığdırdı.
Son 25 yıl da 20. yüzyılda elde ettiğimiz bilgiden daha fazlasına ulaşmamızı temin etti.
Peki bu durum, hayatımızda neyi veya neleri değiştirdi?
Bugün dünden mesut muyuz?
Bugün dünden daha huzurlu muyuz?
Anne ve babamızdan daha mesut, daha huzurlu, daha sağlıklı mıyız?
Bu soruların tek bir cevabı veya meselenin yeknesak bir çözümü yok.
Son yıllarda kendi girdabında boğulma tehlikesi yaşayan günümüz insanı için binbir reçete yazılmakta, çözüm yolları aranmaktadır.
Öyle ki hayatın her cephesinde bunalan insanlar, nefes koçundan kariyer koçuna, eğitim koçundan kişisel gelişim koçuna kadar arayış içerisine girerek kendilerine soluk aldıracaklarını düşündükleri her imkânı test ediyor, her çıkıştan medet umuyor, gördükleri her ışığa umutla bakıyorlar.
Esasında ilk insandan bu yana insanın kendisinde kayda değer bir değişim yaşanmamıştır.
Çevre, ulaşım, teknoloji ve yerleşim alanlarındaki değişimler insanın kendi gönül inşasında kayda değer bir tahkimata imkân vermemiştir.
İnsan bugün hâlâ yalnız, hâlâ çaresiz, hâlâ nefessizdir ve hâlâ kendine yetebilmenin imkânlarını aramaktadır.
Tekerleğin icadından önceki insanla bugünkü insanın kendi dünyasındaki mücadelesi bitmemiştir.
Peygamber Efendimiz, bir savaş dönüşü “Küçük savaştan büyük savaşa dönüyoruz.” diyerek insanın kendi dünyasındaki mücadelesine çok ehemmiyetli bir vurgu yapmıştır.
Bütün fırtınalar kendi dünyamızda, bütün savaşlarımız kendi içimizde, bütün mücadelemiz kendimizle…
Kendimizle…
Çünkü kendimizi anlamak ve aşmak, kâinatı anlamak ve aşmakla doğrudan alakalı.
İnsan kendini merkeze aldığı oranda bencil ve yalnız bir varlığa dönüşüyor.
Kur’an-ı Kerim işte bu noktada imdadımıza yetişerek bize kendimizle, çevremizle, kâinatla, insanlıkla ve Rabb’imizle olan münasebetlerimizi nasıl tesis edeceğimizi göstermektedir.
Bu kitap bir kişisel gelişim kitabı değil.
Bir biyografi kitabı da değil.
Bu kitap hayatın imbiğinden ve halk tabiriyle “feleğin çemberinden” geçmiş bir insanın binbir acı ve üzüntüyle elde ettiği birikimin bir kısmıdır.
Bu kitapta yer alan her bir cümlenin veya aktarılan her bir tecrübenin arkasında belki bir iflas yahut okunmuş bir kitap vardır.
Eğer ticareti bir savaş olarak telakki etmek mümkünse bu kitap doğrudan cephede yazılmıştır.
Hayata dair bir iddiam olmasaydı bu kitap olmazdı, o zaman da ben kendim olmazdım.
Kendim olmak için izlediğim rota hep düz bir istikamet üzere gitmedi.
Yalpaladım. Düştüm. Canım yandı.
Ama yılmadım, beylik tabirle yıkılmadım.
Vazgeçmedim.
Siz de vazgeçmeyin.
Kendiniz olmak için yola çıkın.
Yolda karşılaşacağınız engeller, sizi yolunuzdan vazgeçirmesin.
Ne ilk ne de son olacaksınız o yolda meşakkatle karşılaşan.
Yolunuz açık, gönlünüz inşirah içerisinde olsun.
HATA 01
Sözleşmesiz İş Yapmanız
Küçük büyük, az çok, eksik fazla, bir tacirin yapacağı her türlü tasarrufta ve işte mutlaka bir sözleşme yapması gerekiyor. Zaten ticaret de ilk gün, ilk dakika bir notere gidip şirketin ana sözleşmesini imzalamamız ve akabinde Ticaret Sicil Gazetesi’nde yayımlatmamız ile başlıyor.
Türk Ticaret Kanunu ve Türk hukuk sistemi, “basiretli tüccar” diye bir kavram icat etmiştir. Şirketini kötü idare eden bir tacire der ki: “Sen şirketini yönetirken basiretli bir tüccar gibi davranmamışsın.” Basiretli bir tüccar gibi davranmamak, hukukta suçtur. Şirket senin olabilir, fakat şirketle ilgili her türlü tasarrufun, bir mevzuata, bir gerekçeye, bir karineye dayanmak zorundadır.
Ticaret, sözleşme ile başlar ama devamı basiret gerektirir. Sözleşme, karşılıklı yükümlülüklerin bilinmesi ve hukuk karşısında hak aramak için gereklidir. Sözleşmeniz yoksa hukuk karşısında hak arayamazsınız.
Bugünün dünyasında her türlü sözleşmenizi doğru dürüst tanzim etmeli, imzaladığınız anlaşmanın maddelerini sarih bir şekilde yazmalı, her iki tarafın sorumluluklarını, zorunluluklarını açık, anlaşılır bir dille belirtmelisiniz. Bunu yapmazsanız sonuçlarından büyük zararlar görebilirsiniz.
Anlaşma, en budala insanın bile anlayabileceği kadar anlaşılır bir dille yazılmalıdır. Esasında bu bile tek başına her zaman, her şeyi kurtarmaz.
Ben, kitapçı bir babanın oğluyum. On beş yaşından beri ticaretle iç içeyim. Babam, kendisinden senet isteyen insanlarla alışveriş yapmazdı. Bunu kendisine bir itimatsızlık addederdi. “Ben sözümün eri bir adamım. Ödeyeceğimi söylediğim zaman öderim.” derdi.
Kitapçılık yaparken tedariklerimizi Gaziantep’ten görürdük. Babam, eğer birine borcumuz var ise Gaziantep’e gidip o ödemeyi yapmamı isterdi. “Yarın Gaziantep’e zaten gideceğim. Ödemeyi o zaman yapalım.” derdim ama bunu kabul etmezdi. “Ben bugün için söz verdim. Bir gün daha bekletmeyelim.” derdi. O zamanki ahlak böyleydi.
Babamın kitapçı dükkânında büyük bir para kasası vardı. O zaman bankacılık sistemi çok yaygın değildi. İnsanlar faize bulaşırım korkusuyla bankacılık sisteminden uzak duruyorlardı. Bu sebeple Kilis’te üç dört köyün ahalisi, paralarını bankaya yatırmak yerine, getirip babama emanet ederlerdi. Kilis’te ambalaj lastiğine “tıntın” denir. Babam, tıntınla parayı sarar, üzerine sahibinin ismini yazar, kasaya koyardı. Gün olur babama para gerekirdi, bana “Git filandan borç al!” derdi. “Kasada bir sürü para var, niye borç istiyoruz?” dediğimde cevabı “Adam gelip parasını isterse ona ne derim!” olurdu. “Herkes aynı gün gelip parasını ister mi? Köy otobüsü kalktı, adam yarına kadar gelemeyecek.” diye itiraz ettiğimde ise “O emanet paradır. Biz onu kullanmak için almadık. Sen git borç al, şu ödemeyi yap.” derdi.
Bundan 20-25 yıl önce ticaretin dinamikleri böyleydi. Siz, muhataplarınızla zımni bir sözleşme yapıyordunuz. Bugün aynı dinamiklerle ticaret yapamazsınız.
Yayınevi olarak 2002 yılında, bir yazarla veya mütercimle sözleşmemiz 8 yahut 9 madde idi. Bu yarım A4 sayfası ediyordu. Şimdi imzaladığımız hizmet alımı veya mal ihtiyacı sözleşmemiz dört tam sayfadan oluşuyor. Bu şu demek: Biz uğradığımız her türlü haksızlık, hukuksuzluk, zulüm gibi durumları Türk Ticaret Kanunu’nda, Telif Hakları Kanunu’nda yazan temel hükümlere bağlı kalarak sözleşme hükmüne dönüştürdük.
İlk imzaladığımız sözleşme basitti. Kitap kaç adet basılacak, ödemesi ne zaman yapılacak, sözleşme kaç yıl yürürlükte kalacak gibi temel hükümleri içeriyordu. Zamanla bu kadar sade bir sözleşmenin ihtiyacımızı karşılamadığını gördük. Mükellefi olduğumuz her sözleşme ile ilgili başka başka tecrübeler edinmek zorunda kaldık.
Para, kendi insan tipini inşa edici bir güce sahip. İnsanlar, çıkarlarına fazlasıyla düşkün hâle geldiler. Artık kendilerini parayla ilgili verdikleri sözlerine sadakat göstermeye mükellef hissetmiyorlar. Parayla ilgili taahhütlerinin aleyhlerine olabilecek kısmından sarfınazar edebiliyorlar. Aleyhlerine olabilecek şeyleri ifade etmekten imtina ediyorlar. Çıkarlarını, sözlerinden daha üstün tutuyorlar. Bu nedenle verdikleri sözlerin değeri kalmıyor. Ticari tecrübelerimden biliyorum; sözleşmeye eklemediğiniz iki satır yüzünden büyük