Namık Kemal

Emir Nevruz


Скачать книгу

>

      Emir Nevruz

      VATAN ŞAİRİ NAMIK KEMAL

      21 Aralık1840 – 2 Aralık 1888

      Vatan Şairi Namık Kemal ve Türk-İslam Mücahidi Emir

      Nevruz’un aziz ruhlarına…

      SÖZ BAŞI YERİNE

      Namık Kemal (21 Aralık 1840-2 Aralık 1888) siyasi tarihimizde “Tanzimat Devri” olarak anılan dönemin ve “Arayışlar Devri Türk Edebiyatı”nın en renkli simalarından ve öncü kişilerinden birisidir. O, bu dönemin kendinden sonra gelenlerini en çok etkileyen şairi, gazetecisi, yazarı ve siyasi kimliğidir. “Vatan Şairi” olarak anılagelmiştir.

      Namık Kemal, edebiyat kadar tarihle de uğraşmış bir büyük vatan evladıdır. Fakat ruhunun ana kaynağı olan vatan ve millet davası en ön sırada olduğu için, edebiyat gibi, tarihi de bu davanın alet ve delillerinden biri olarak kullanır.

      Namık Kemal, karakteri gereği, büyük hareketlere ve büyük kahramanlara aşırı hayranlık duyar. Onun tarihçiliğini de böylesi bir ideolojik davranışın sonucu olarak görmek gerek. O, bilimsel bir yöntem kullanmadan ve tarih felsefesinin verilerine bağlanmadan tamamıyla kişisel, fakat millî bir görüş açısıyla olayları açıklamaya çalışmıştır.

      Namık Kemal, vatan evlatlarının dikkatini, Türk-İslam tarihinin parlak sahifelerine çekerek kendine olan öz güvenini arttırmak ve güçlendirmek istiyordu. O zaman büyük bir çöküntü içinde bulunan Osmanlı Devleti’ni kurtarmak, umutlarını yitirmiş kuşaklara geçmişteki kahramanlıklarını hatırlatıp yeni umutlar vermek, kötümserleşen ruhları iyimserliğe çekmekle mümkün olabilirdi… Daha sonraki yıllarda Ömer Seyfeddin’in de tarih konulu hikâyeleriyle yapmak istediği tam olarak buydu; yıkılmışlığın mahzunluğunda diriliş kararlılığı için bu dopinge ihtiyaç vardır… Bu bir tür toplum mühendisliğidir.

      Tarih konulu çalışmalarında hep bu amaçla hareket eden Namık Kemal’in tarih ve biyografilerinde bilimsel bir değerden çok, sosyal ve pedagojik değerler göze çarpar.

      Namık Kemal, bu tür eserlerinde öğretmek kadar telkini de ön planda tuttuğu için edebiyattan da faydalanmış, bu tür eserlerini edebî bir üslupla süsleyerek bu telkinin gücünü arttırmak istemiştir. Özellikle biyografilerinin en güçlü yanı üsluplarındadır (Coşkun, 1980: 204).

      Namık Kemal, tarih kitaplarıyla ilgili olarak şöyle demektedir:

      “Eleştirmeme o kadar güvenemem, fakat okuyucularımın kitapta yeni birtakım bilgi bularak sevineceğini zannediyorum.

      Tarihçilik görevinin gerekliliğine uymaya, kitabı mümkün olduğu kadar sade bir dile yazmaya çalıştım. İçinde sade dile aykırı terim veya kelimeler görülürse inanılsın ki onları koyuşum, dilediğim fikri başka yolla yazamamamdandır.”

      Namık Kemal’in bu tür eserlerinde kullandığı dil ve üslupla alakalı olarak iki yorumu burada dikkatlere sunmak isteriz:

      Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde bu konuda şu tespitte bulunuyor:

      “Namık Kemal, hiçbir zaman onlarda olduğu kadar temiz, sade, yapmacıktan uzak bir Türkçe kullanmamıştır. Sanki eski nesrin bütün yorucu, lüzumsuz taraflarını, manayı altında ezen süslerini atmış, onu pürüzlerinden kurtarmıştır.” (Tanpınar,1967: 402) Nihat Sami Banarlı ise Resimli Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde şunları yazıyor:

      “O, her şeyden önce Türk dilini çok iyi kullanan bir ediptir. Tabii bu özelliği onun tarihçiliğini de etkileyecektir. Milletinin büyüklük, zafer ve şeref sahifelerine hayran bir ruhun duyduğu sıcak bir sevgi ve heyecan lisanı, bu tarihlerin karakteristiğini teşkil ediyordu. (…) O kadar ki üzerinde durduğu tarih problemlerinin mühim bir kısmı, sonradan çok daha aydınlanmış olduğu hâlde, bugün hâlâ zevkle okunacak ve Türk gençliğinin terbiyesi üzerinde faydalı izler bırakacak eserlerdendir.” (Banarlı, 1977: 912-913)

      Namık Kemal, 1889 yılında Rodos Adası’nda kaleme aldığı Osmanlı Tarihi adlı eserine yazdığı mukaddimesinde “tarih” konusundaki düşüncelerini şöyle dile getirmiştir:

      “Tarih ki geçmişten geleceğe haber verir, görünüşte bir hikâye sanılır, fakat gerçekte bilimlerin en yükseğidir, devlet yönetiminin büyük yardımcılarındandır.

      Gerçekte bir milletin tarihi bilinmezse yaşaması, ilerlemesi için gerekli sebeplerin varlığı ve yokluğu nerden öğrenilecek?

      Siyasi olaylar maddi değildir ki gözle görülsün, elle tutulsun. Tabiat ve matematik bilimleri değildir ki aletle ölçülsün, denklemle çözülsün. Yöntem vardır ki, hiç faydasız sanılır, çare bulunur ki pek yararlı görünür; oysa o faydasız sanılan yöntemi kaldırmak, o yararlı görünen çareyi kabul etmek bir devletin ilerlemesine engel olur, yaşamasını tehlikeye düşürür.

      1000 tarihinden biraz sonra, alışma devresini beklemeden tımar verilmeye başlanmış, Yeniçeri Ocağı’na da dışarıdan yüz bin kişi katılmıştı.

      Tımar için orada önce çalışarak o iş hakkında bilgi edinmeden katılmak gibi yararsız görünen bir yöntemi kaldırarak, birdenbire yüz bin er kazanmak gibi yararlı bir ölçünün kabulü, bu iki olay, Celali belasının ortaya çıkmasına, Yeniçeri Ocağı’nın sık sık baş kaldırmalarına sebep oldu; devlet bu yüzden birçok defa yok olmak tehlikesine uğradı. Toplumsal uygarlık denilen manevi kişilik için bilgi yaşla olmaz.

      Onun gerçek hayatı, ilerlemektir; bilinir ki ilerleme yolunda zamanın uygun olduğu amaca az çok uzak bulunmak, kokmaya başlamış ölüler arasında kalmakla birdir. Bu durumda bulunan toplum için yaşama gücü mümkün olsa da hiçbir zaman millî tehlikelerden kurtulmak mümkün olmaz.

      Uygarlık araçlarından biri de son yıllarda ortaya çıkan demir yoludur.

      Düşünce yönünden dev adımlarla ilerleyen uygarlık yarışına karışabilmek ise bir millet için diğer milletlerde de var olan araç ve gerecin ortaya çıkışını bilip kendi bünyesiyle karşılaştırdıktan sonra yapılması olumlu, kabulü yanlışlıklardan uzak olanları almaya, aldıktan sonra da kullanırken birçok yönlerini değiştirerek, millî yapıya uydurmaya ihtiyaç gösteriyor. Devlet adamlarına bu yolda gerekli bilgiyi vermek için tarih biliminden başka bir yol yoktur.

      Evet, siyaset dünyası denilen bu yabancı dünyada Nadir Şah gibi, Kavalalı Mehmed Ali gibi, tarihten değil, okumaktan, yazmaktan bile yoksun oldukları hâlde bir ulusu yok olmaktan kurtarmış veya bir memleketi uygarlık bakımından yüksek bir seviyeye ulaştırmış, birtakım üstün olaylar ortaya çıktığını bize yine tarih gösteriyor.

      Şu kadar var ki, Yaratan bu noksanlıklar dünyasını öyle üstünlüklerle dolu yaratmamış! Özellikle insan topluluğunun tabiatı, daima bir üstün kişinin demir pençesiyle çekile çekile veya insafsız bir kılıçla dürtüle dürtüle bir noktaya yöneltilip gitmeye dayanıklı değildir. Hatta o, insan amacının son noktası olsa bile.

      Siyaset âleminde tarih bilmeden yapılan şeyler yalnız zararlı değil, bazı kere gülünç de olur! Hükûmetin ciddiyetini, şerefini zedeler:

      Yüzyılımızda Mısır ordusunu düzenlemekle, disiplin kurmakla görevli bir İngiliz subayı (başparmağını kesmeyi veya gözünün birini çıkarmayı askerlikten kolay sayan ve halleriyle Mehmet Riliî’yi bir parmaksız, bir de kör alayı kurmak zorunluluğuna düşüren) Mısırlıların arasında askerî disiplini bozanları, askerlik gibi bir büyük şereften uzaklaştırmakla cezalandıracağı düşüncesinde idi.

      Memleketin tarihî durumuna bakılmadan alınmak istenilen bu tedbir ile aranılan sonuç arasında farkın ise ne derece gülünç olduğu anlatılmaya değmez.

      İnsan hayatının başlangıcından sonuna kadar şeklinin birçok yönlerini, organlarının yapısını meydana getiren maddeleri sürekli veya süreksiz olarak beraber gelişme ve beden aşınmasını derece derece ortaya çıkardığı gibi, her parçası bir insanda meydana gelen bir manevi varlık olan toplum dünyası da nitelik ve geleneğinden, eski huy ve âdetlerinden birdenbire sıyrılarak yeni bir şekil, yeni bir nitelik alamaz.

      Bu olaylara dayanarak