oyun oynarken, oyunda hile yaptığı için kendi kulağını çekmek istemişti. Siz ne derseniz deyin, bu garip çocuk, iki insan gibi yaşamaktan pek hoşlanıyordu. Küçük kız içinden “Şimdi iki insan olmanın da bir yararı yok.” diye düşündü. “Artık tek insana benzer bir hâlim bile kalmadı ki!”
Biraz sonra gözü, masanın altında duran küçük bir cam kutuya ilişti. Üzerine kuş üzümleriyle “BENİ YE” sözcükleri yazılmış güzel bir pasta buldu. AIice “Eh, bu güzel pastayı yiyelim bakalım,” dedi. “Eğer pasta benim boyumu büyütürse, anahtara uzanabilirim; yok eğer büsbütün küçültürse, masanın altından sürünerek geçerim. Artık hiçbir şeyin benim için önemi yok.”
AIice pastadan bir lokma yedi ve merakla: “Ne oldum? Ne oldum?” diye söylenmeye başladı. Ne yana doğru büyüdüğünü anlamak için elini de başına koymuştu; fakat aynı büyüklükte kaldığını görmek onu şaşırttı. Tabi insan pasta yiyince, başka bir şey olmaz; fakat AIice, daima beklenmeyen, akla hayale gelmeyen olaylarla karşılaşmaya alışkın olduğu için herkes gibi yaşamayı can sıkıcı ve de anlamsız bulurdu.
Bu nedenle de oturup pastanın hepsini afiyetle yedi, bitirdi.
2
GÖZYAŞI GÖLÜ
Alice: “Acayipleşiyor, acayipleşiyor!” diye bağırdı. Birden öyle heyecanlanmıştı ki o anda konuşmayı bile unutmuştu. “Şimdi dünyanın en büyük dürbünü kadar uzuyorum. Hoşça kalın ayacıklarım!” Alice, ayaklarına baktığı zaman onların neredeyse gözden kaybolmak üzere olduklarını fark etti.“Ah benim zavallı ayacıklarım;acaba çoraplarınızı, ayakkabılarınızı bundan sonra size kim giydirecek diye düşünüyorum. Herhâlde bunu ben yapamayacağım. Uzakta, hem de çok uzaktayım artık. Sizinle uğraşmaya zamanım yok; başınızın çaresine bakın. Elinizden geleni yapmaya çalışın.” Alice hemen arkasından ayaklarına daha iyi davranması gerektiğini düşündü. “Ya ayaklarım gitmek istediğim yere beni götürmezlerse, ben ne yaparım? Dur bakayım, ha evet… Her sene yılbaşında onlara yeni bir çift ayakkabı alırım.”
Alice, kendi kendine bunu nasıl yapacağını tasarlamaya başladı. “Elbette postacı götürür.” diyordu. İnsanın kendi ayaklarına armağan göndermesi ne garip şey. Tabi armağanın gönderileceği adres de pek garip olacaktı.
Alice’in sağ ayağı,
Küllüğün yakınındaki kilimde…
Tam bu sırada Alice’in başı, sofanın tavanına çarptı. Şimdi boyu üç metreyi bulmuştu. Küçük kız, hemen altın anahtarı alıp bahçe kapısına doğru koştu.
Zavallı Alice… Yere yan yatıp bir gözüyle bahçeyi seyretmekten başka bir şey yapamıyordu. Artık bahçeye girmek çok zordu. Zavallıcık oturdu, gene hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Alice biraz sonra kendini azarladı: “Bu hâlinden utan… Hiç senin gibi koskocaman bir kıza, böyle ağlamak yakışır mı?” Doğru söze ne denir? Ama zavallı Alice öyle çok ağladı ki biraz sonra çevresinde, beş santim derinliğinde bir gözyaşı gölü meydana geldi.
Biraz sonra, uzaktan bir ayak sesi duydu ve gelenin kim olduğunu anlamak için gözlerini telaşla kuruladı. Gelen, Beyaz Tavşan’dı. Bir elinde yelpazesi öbüründe beyaz eldivenleriyle gayet şık bir kıyafetle, acele acele yürüyordu. Bir yandan da mırıldanıyordu: “Ah bu Düşes, ah bu Düşes! Beklettiysem mutlaka öfkeden deliye dönmüştür.”
Alice öylesine büyük bir ümitsizlik içindeydi ki karşısına kim çıkarsa çıksın, hemen yardım isteyecekti. Bu yüzden de tavşan yanına yaklaşınca, korkak ve hafif bir sesle: “Affedersiniz efendim…” diyecek oldu. Ama tavşan öylesine ürkmüştü ki beyaz eldivenleri ve yelpazeyi yere attığı gibi var kuvvetiyle koşarak gözden kayboldu.
Alice yelpazeyle eldivenleri yerden aldı ve sofa çok sıcak olduğu için bir yandan yelpaze ile serinlemeye çalışırken bir yandan da söylenmeye devam etti:
“Tanrı’m Tanrı’m, bugün her şey ne kadar da garip… Oysa dün hiçbir değişiklik yoktu. Yoksa, dün gece uyurken mi değiştim? Dur bakayım, bir düşüneyim. Sabahleyin kalktığım zaman gene eskisi gibi miydi? Biraz değişik bulmuştum kendimi. Ama şimdi ben başka bir insan olduysam bir sorun daha var: Ben kimim? Ah, işte çözülemeyen büyük bilmece bu ya!”
Alice, kendi yaşındaki arkadaşlarını birer birer anımsamaya çalıştı; şimdi hangisinin yerine geçtiğini anlayacaktı.
“Hiç kuşkusuz, Ada değilim.” dedi. “Çünkü onun saçları uzun ve bukleli; oysa benim saçlarım öyle değil. Mabel olamayacağından da eminim. Çünkü ben her şeyden anladığım hâlde, Mabel hiçbir şey bilmez. Hem o odur; ben de benim. Ah, Tanrı’m, ne karışık işler bunlar. Dur bakalım, eskiden bildiklerimi hâlâ biliyor muyum? Bunu anlamaya çalışayım. Dört kere beş, on iki eder; dört kere altı da on üç eder; dört kere yedi… Ah Tanrı’m bu gidişle yirmiye hiç gelemeyeceğim. Çarpım tablosundan pek bir şey anlaşılmaz. Bir de coğrafyayı deneyelim. Londra, Paris’in başkentidir. Paris de Roma’nın! Roma… Aa yok… Mutlaka bunların hepsi yanlış. Demek ki, ben Mabel’in yerine geçmişim. Dur bakalım, Nasıl da Küçükadlı şiiri okuyabilecek miyim?”
Alice sınıfta ders tekrarlıyormuş gibi, ellerini kucağında kavuşturarak şiiri okumaya başladı; fakat sesi boğuk ve acayip çıkıyordu. Sözcükler, eskiden olduğu gibi çıkmıyordu ağzından:
Nasıl da küçük timsah,
Temizler kuyruğunu
O altın pullarıyla
Çağlatır Nil sularını
Ne keyifli sırıtıp
Pençelerini gerer
Balıklara “Buyurun” der
Zavallı Alice: “Herhâlde, şiirin aslı böyle değildir.” diye söylenirken gözleri yeniden yaşlarla doldu. “Nasıl olsa, ben artık Mabel’im. O çirkin evde de oturmak zorunda kalacağım. Üstelik hiç de oyuncağım olmayacak. Bunlar yetmiyormuş gibi bir sürü de ödev üzerime yüklenecek. Yoo, ben kesin kararımı verdim. Eğer gerçekten Mabel isem burada kalacağım. Başlarını aşağı sarkıtıp ‘Haydi yukarı gelsene canım’ demeleri bir yarar sağlamayacak. Sadece yukarıya bakıp ‘Ben kimim?’ diye soracağım. ‘Bana önce bu sorumun cevabını verin. Eğer sizin dediğiniz kişi olmak hoşuma giderse yukarı çıkarım; hoşuma gitmezse bir başkasının kişiliğini kazanıncaya kadar burada kalacağım. Ama durun bakayım… Alice birden gözlerinden yaşlar boşanarak bağırdı: “Başlarını aşağıya uzatmalarını istiyorum. Burada yapayalnız oturmaktan öyle bıktım ki!”
Kızcağız, bunları söylerken ellerine baktı. Konuştuğu sırada fark etmeden tavşanın beyaz eldivenlerinden birini eline geçirmiş olduğunu görüp şaştı. “Bunu nasıl yapabildim?” diye düşündü. “Galiba gene küçülmeye başladım.”
Ayağa kalktı, boyunu ölçmek için masanın yanına gitti. Tahminine göre, boyu şimdi altmış santim kadardı ve de kısalmayı sürdürüyordu. Çok geçmeden elinde tuttuğu yelpazenin, boyunu kısalttığını anladı. Hemen yelpazeyi elinden attı. İşte böylece minik bir nokta kadar küçülüp kaybolmaktan son anda kurtulmuştu.
Bu ani değişiklikten korkmasına karşın, sağ kalabilmesine de sevinen Alice, “Bu kez yakamı güç kurtardım.” dedi. “Şimdi doğru bahçeye…” Olanca hızıyla, küçük kapıya koştu; ama ne çare! Küçük kapı kapalıydı, küçük altın anahtar da eskiden olduğu gibi cam masanın üzerindeydi. Zavallı çocuk: