kuzgun bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu ve dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler; ona birçok, “Hayırdır inşallah!” dedirtirdim. Ve tabir ederken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı; bana kimsenin fenalık yapamayacağını temin ettikçe yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim!
Nasıl sokaklardan ve kiminle giderdim? Bilmiyorum… Mektep bir katlı ve duvarları badanasız idi. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük ve ağaçsız bir bahçe… Bahçenin nihayetinde ayakyolu ve gayet kocaman abdest fıçısı… Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, beraber okur, beraber oynarlardı. “Büyük Hoca” dediğimiz hocamız, kınalı ve az saçlı; kambur, uzun boylu; ihtiyar ve bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi eğri ve sarı burnuyla tüyleri dökülmüş hain ve hasta bir çaylağa benzerdi. “Küçük Hoca” erkekti ve Büyük Hoca’nın oğlu idi. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptalca idi. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca’nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep “Ak Bey” derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya ismimi söylerler, yahut “Yüzbaşı oğlu” diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan “geldi, gitti” levhası yassı ve cansız bir yüz gibi bize bakar; kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz ve keskin çığlıklarıyla sanki daha ziyade ağırlaşır ve bulanırdı…
Mektepte yalnız bir nevi ceza vardı: Dayak… Büyük kabahatliler hatta kızlar bile falakaya yatarlardı ve falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük kabahatlilerin cezası ise nispetsiz ve mik- yassız idi. Küçük Hoca’nın ağır tokadı… Büyük Hoca’nın uzun sopası ki rast geldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki iltimas ediyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca kuru ve kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki ertesi günü bile yanıyordu ve kıpkırmızı idi. Hâlbuki kabahatim yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki abdest fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca bu kabahati yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta ve zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun kabahati olmadığını söyledi ve yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O vakit Büyük Hoca, “Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?” diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı.
Ağladım… Ağladım… Çünkü yalan söylemiyordum. Evet musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam azadında dayağı yiyen çocuğu tuttum:
“Niçin beni yalancı çıkardın?” dedim, “Musluğu sen koparmamıştın!”
“Ben koparmıştım.”
“Hayır, sen koparmamıştm. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.”
Israr edemedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu.
Ve eğer hocaya söylemeyeceğime yemin edersem saklamayacaktı, anlatacaktı. Ben hemen yemin ettim. Merak ediyordum:
“Musluğu Ali koparmıştı.” dedi, “Ben de biliyordum ama o çok zayıf ve hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.”
“Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?”
“Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi ve kuvvetliyim. Onu kurtardım işte!”
Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:
“Ant ne?”
“Bilmiyor musun?”
“Bilmiyorum!”
O vakit güldü. Benden uzaklaşarak cevap verdi:
“Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna ant içmek derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar.”
Sonra dikkat ettim, mektepte birçok çocuk birbirleriyle ant içmişlerdi. Kan kardeşi idiler. Hatta bazı kızlar bile kendi aralarında ant içmişlerdi. Bir gün bu yeni öğrendiğim âdetin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerde idi. Küçük Hoca abdest almaya dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca arkasını bize dönmüş; yavaş yavaş, bir sümüklü böcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakı ile kollarını çizdiler. Çıkan büyük kırmızı damlayı kollarının üzerinde çizgiye sürdüler, kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak… Bu, beni düşündürmeye başladı. Şayet benim de kan kardeşim olsa idi hocaya kulağımı çektirmeyecek, ihtimal falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca mektebin içinde kendimi yapyalnız, arkadaşsız ve hamisiz zannediyordum; anneme fikrimi, her çocuk gibi birisiyle ant içmek istediğimi söyledim ve andı tarif ettim. Razı olmadı ve: “Öyle münasebetsizlikler istemem! Sakın yapma ha!..” diye tembih etti.
Lakin ben dinlemedim. Aklıma ant içmeyi koymuştum fakat kiminle? Bir tesadüf, beklenilmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar beraber oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budakların, benim kadar bir çocukları vardı ki en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık… Bu kelimeyi söylerken sanki mütelezziz olur ve hep tekrarlardım. O kadar ahenkli ve taninli idi. Kızlar, bu güzel isme uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık’ı bahçede ve sokakta görünce bir ağızdan söylerler, hâlâ hatırımda:
Mustafa Mıstık, Arabaya kıstık,
Üç mum yaktık,
Seyrine baktık!
diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de bazı bu beyitleri bağırarak tekrarlar, eğlenirdik.
Bu iki minimini beyit benim hayalime bile tesir etmişti. Rüyamda birçok arsız kızların onu büyük bir muhacir arabasına sıkıştırarak ve etrafına üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı… Hepimizden kuvvetli o idi. Sanki adı gibi her tarafı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, vücudu… Hatta elleri… Bütün çocukları güreşte yenerdi ve yazın, her cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da hepimizi geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir cuma günü Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben en uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakı ile bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Ve bunu en güzel ben yapardım.
Kendi atımı yapıyordum. Mıstık’la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin şahadet parmağını kesti. Sulu ve kırmızı bir kan akmaya başladı. O saatte aklıma bir şey geldi: Ant içmek… Parmağımın acısını unuttum, Mıstık’a:
“Haydi!” dedim, “Hazır elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes!..”
Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek büyük ve yuvarlak başını salladı:
“Olur