gibi… Mıstık’la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum… Terimi silmediğim için yüzüm sırsıklam idi. Büyük ve geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yıkılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri ve kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından gelen birkaç adam, kalın sopalarla onu kovalıyorlardı. Bize: “Kaçınız, kaçınız, ısıracak!..” diye bağırdılar. Korktuk. Şaşırdık. Öyle kaldık. Evvela ben biraz kendimi toplayarak, “Aman, kaçalım!” dedim, ama gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O vakit Mıstık, “Sen arkama saklan!” diye haykırdı ve önüme geçti. Köpek onun üzerine hücum etti. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.
Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık’ın küçük fesi ve mavi yemenisi düştü. Bu muharebe bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün kuvvetiyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından ve burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık: “Bir şey yok… Acımıyor… Biraz çizildi…” diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana beni yere yatırdı. Uzun uzadı kasıklarıma, korku damarlarıma bastı ve öyle bir dua okuyarak yüzüme üfledi ki sarımsak kokusundan aksırdım.
Ertesi günü Mıstık mektebe gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi… Anneme Hacı Budaklara gidip Mıstık’ı görmemizi söyledim. “Hasta imiş yavrum.” dedi. “İnşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır.” Ondan sonra ben her sabah Mıstık’ı iyileşmiş bulacağım ümidiyle mektebe gittim.
Fakat heyhat… O hiç gelmedi… Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık’ı Bandırma’ya götürdüler. Oradan İstanbul’a göndereceklerdi.
Ve nihayet bir gün işittik ki Mıstık ölmüş…
Erken kalktığım açık ve bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Yâdımda ezeli ve mor bir fecir memleketi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim ve daima, farkında olmayarak sol elimin şahadet parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bu küçük yara izi bence pek mukaddestir. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar; beni kurtarmak için o kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen aslan ve bahadır hayalini görürüm.
Ve kavmiyetimizden, hadsî (intuitif) Türklükten uzaklaştıkça daha müteaffın derinlerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun; bu ahlaksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve hodgâmlık, adilik ve miskinlik cehenneminin dibinde meyus ve kıvranırken saf ve nurdan mazi kaybolmuş bir cennetin hakikatten uzak bir serabı hâlinde karşımda açılır… Beni müteselli ve mesut eder. Saatlerce Mıstık’ın hatırasıyla, bu muazzez ve necip matemin eskiyip unutuldukça daha ziyade kıymeti artan tatlı ve mahzun acısıyla mütelezziz olurum.
BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT
Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar küçük Grijgal palangasının etrafında otluyorlardı. Karşıda, yarım mil ötede Toygun Paşa’nın son muhasarasından çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi; sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde, ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanga kapısının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar, yıkılmaz bir ölüm şeddi hâlinde “Kızılelma” yolunu kapatıyordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı. Kuru Kadı içini çekti. Sonra “Ah…” dedi. İncecik sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınlı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini ovuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı hâlde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi! Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi. Palanganın kumandanı Ahmet Bey, öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş… Kapuşvar’dan sonra Zigetvar’ı saran ordu, kışın aman vermez zoruyla, zaptı yaza bırakarak Budin’e dönünce, o da askerleriyle tekrar palangasına gelmemiş; Toygun Paşa’nın yanında kalmıştı. Bugün Grijgal’den altı mil uzaktaydı. Palangaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: “Palanga, palanga… Ama topu tüfeği kaç kişi?” dedi. Bütün genç muharipleri Ahmet Bey beraberinde götürmüştü. Hisardakiler zayıflardan, bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti. Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman galiba öteki palangalardan çekiniyordu. Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almaya kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyor, tos vurduruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında bu oyunu seyrediyorlardı. Bağırdı:
“Oynamayın şu hayvanla!”
Askerler başlarını tepelerinden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı’dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert, gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Âdeta deli gibi bir şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder, geceleri hiç uyumazdı. Daha kalede yatıp uyuduğunu gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona “bizim yarasa” derdi. Zavallının “daüsseher” denilen hastalığını kerametine yoranlar da vardı. Tekrar bağırdı:
“Haydi, artık akşam oluyor! İçeri alın onları!”
Askerler koyunları toplamaya başladılar. Kuru Kadı’nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar’a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı. Kalbinde ağır bir elem duydu. “Hayırdır inşallah…” dedi. Canı o kadar sıkılıyordu ki… Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu…
(…) Arife sabahı, herkes uyurken o, her vakitki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ziyasıyla, duvarları titretiyordu.
“Hey, çavuşbaşı! Hey!..”
Elinden ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rast geldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
“Ne var?”
“Kaleden düşman çıkıyor.”
Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvar’a baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palangaya doğru akıyordu.
“Bize geliyorlar!” dedi. Çavuşa döndü:
“Haydi,