Омер Сейфеддин

Perili Köşk


Скачать книгу

bırakmak, mahvetmek lazımdı. Hemen bir asır evvel Avrupalılar aleyhimize kalkmışlar, Navarin’de donanmamızı yakarak Yunanistan’ı icat etmişlerdi. Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Şark-ı Rumeli, Cezayir, Tunus, Kıbrıs, Mısır, Sudan yağmaları birbirlerini takip etmiş, nihayet son idam kararımız Reval Mülakatı’nda verilmişti. Meşrutiyet ilan edilince sözde bu karar tehir edildi. Hâlbuki bu tehir tamamıyla yalandı… Bizi dünya yüzünden kaldırmak için çizilen plan duruyordu. Bosna-Hersek zorla alındı. Meseleler yine bakiydi: Makedonya meselesi, Arnavutluk meselesi, Girit meselesi, Boğazlar meselesi, Şark-ı Anadolu meselesi, Mezopotamya meselesi, Irak meselesi, Suriye’nin İstiklali meselesi, Arabistan meselesi ve ilah… Bu meseleleri Avrupalılar birer birer halledeceklerdi. Yalnız hepsinin münasip vakitlerini bekliyorlardı… Bunları süratle düşünmek beynini döndürüyor, onu, asılmak için ipe doğru yürüyen, celladın satırı altına başını uzatan masumun duyduğu o mütevekkil, ümitsiz, fakat necip korku ile titretiyordu. Vücudunda hiç kuvvet kalmadığını hissediyor, sebepsiz gözyaşlarıyla ağlamak, denize bu erimiş adem gecesine atılmak, mahvolmak istiyordu. İşte Trablus meselesinin hâlli zamanı gelmişti. O da herkes gibi bunun farkında olmamış, uyurken hançerlenen bir adamın uyanarak lakin ne olduğunu anlamayarak ölmesi gibi, his ve muhakemesini birden kaybetmişti. Başı fena hâlde ağrıyor, şakaklarından kanlarının uğuldayarak geçtiğini işitiyor, karşısındaki kuzgun ve nihayetsiz karanlığa bakıyordu. Karaburun’un projektörü tekrar doğdu. Bu, uzun ve münevver bir hattı. Seri bir daire çizdi. Olimp’e dikildi. Şimdi gözleri bu ufki nura dalıyor, bu nurun içinde mavi deniziyle, açık semasıyla, sevimli kalesiyle, beyaz minareleriyle, latif ve sade evleriyle, yüksek hükûmet sarayıyla, Mensiye Mahallesi’nin sağındaki yeşil hurma ormanıyla Trablus’un hayalini görüyordu.

      Alçak düşman bu güzel memleketi topa tutmuş, zapta kalkmıştı ve ortada hiçbir sebep yoktu. Bu derece kaba bir tecavüze kimler cesaret ediyorlardı? Bu milletin içinde namuslu insan yok muydu? Bu millet baştan aşağıya kadar korsan mıydı? Hükûmetleri bir ahlaka, bir vicdana sahip insanlardan mürekkep değil miydi? Düşünüyordu… Projektörün nuru tekrar söndü. Ufki ve beyaz Trablus hayali kayboldu. Gözleri yine karanlıklarda kaldı. İtalya Başvekili Gioletti, Hariciye Nazırı San Julianos da, Avrupa’da hükûmet adamlarının çoğu gibi mason değil midirler? Şöhretli granmetrleri, mason hükümdarları, mason prensleri, mason lordları, mason milyonerleriyle “Yalnız insaniyet, başka bir şey yok!” diyen fran-masonluk şimdi neredeydi? Başı dönüyordu. Düşeceğini zannetti. Biraz geri çekildi. Yukarı doğru yürümeye başladı. Yanından geçen devriyenin polisi “Kimdir bu?” der gibi yüzüne bakıyordu. Bütün hayatında ne kadar yanlış ve çürük fikirlerle aldandığını; kavmiyetsizliğin, milliyetsizliğin, “Beynelmilelcilik ve Masonluk” hülyasının biraz düşünebilen bir adamı hüngür hüngür ağlatacak derece gülünç bir budalalık olduğunu anlıyor, istemeyerek içinden “Ben neyim?” diye kendi kendine soruyor, fakat “Türk’üm!” demeye cesaret edemiyor, şimdiye kadar ruhu zapt olunmuş kıymetsiz bir cesetten başka bir şey olmadığını idrak ile hiddetinden ve utancından ağlamak istiyordu. O da Türkleri dünya yüzünden kaldırmak için birbirleriyle tamamıyla ittifak etmiş olan Avrupalıların naçiz bir kulu, muti bir hizmetçisi, memluk bir kölesi değil miydi? Avrupalılara, Avrupalıların âdetlerine, ananelerine, terbiyelerine, muaşeretlerine, muhitlerine, cemiyetlerine tapmıyor muydu? Ecnebilerden aldığı ehemmiyetsiz bir nişan, bir madalya onu nasıl deli gibi sevincinden çıldırtır ve iftihar ettirirdi?

      Türkleri, Türklerin vatanını mesele mesele taksim edip taksit ile maddi olarak parçalamaya çalışan bu yağmacı ve doymaz Avrupalılar manevi hücumlarını da ihmal etmiyorlardı. Lisanlarını, maariflerini, ahlaklarını, terbiyelerini, âdetlerini nesir ile bir asırdan beri içimizde yalnız isimleri “Türk ve Şarklı” kalmış müthiş bir “renksiz ordusu” teşkil ediyorlar; bu “renksiz”lerle mukavemetimize saldırıyorlar, bizi zayıflatıyorlar, milliyet ve Türklük fikrini franmasonluk efsanesiyle boğuyorlardı. Düne gelinceye kadar kendisi bile “Türk’üm!” demeye sıkılmıyor muydu? Ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin sanını bilmeyen, inkâr eden, milliyetinden utanan ne kadar Avrupalılaşmış renksiz vardı? Düşünüyor ve hızlı hızlı gidiyordu. Gümrüğün arkasına, yeni apartmanların hizasına gelmişti.

      “Nereye gidiyorum?” dedi.

      Sabaha ancak birkaç saat vardı. Bu gece yatmayacak mıydı? Fakat nerede yatacaktı? Evini, yalısını hatırlayınca soğuk bir titreme duydu. Oraya nasıl gidecekti? Artık o eve girerse nefretinden ve hiddetinden, elem ve nedametinden ölmeyecek miydi? Tekrar döndü. Beyni sulanmış da kafasının cidarlarına çarpıyormuş gibi, her adımda başında dayanılmaz bir acı duyuyordu. Yürüdü. Yürüdü ve şuursuz bir hareketle Splandit Palas’ın önüne geldi. Camlı kapıdan görünen aydınlık ve taş koridorun nihayetinde, bir sandalye üzerinde garson uyukluyordu. Çan düğmesine bastı. Garson birden uyandı ve çabuk adımlarla kapıya geldi. Açtı. Bu, kır bıyıklı, kırk yaşında tahmin olunur bir Rum’du.

      “Oda var mı?” diye sordu.

      Garson anlamamış gibi yüzüne baktı. Sözde Türkçe bilmiyordu. Biraz tereddütten sonra:

      “Malista…” dedi.

      Fakat karşısındakinin Rumca bilmediğine intikal edince tekrar iğrenç bir Yahudi Fransızcasıyla ilave etti:

      “İl ya, il ya, veuillez entrer!”

      Mermer basamaklı merdivenin başına gelince garson geride kaldı. Yine o yalnız Selanik’e mahsus olan bozuk ve yanlış Yahudi Fransızcasıyla:

      “Siz çıkınız mösyö, yukarıda odanız gösterilecek.” dedi.

      Bir düğmeye bastı. Yukarıda bir zilin çalındığı işitilir gibi oldu. Merdiveni yavaş yavaş çıkıyor, başının ağrısından gözleri kapanıyordu. Kendisini ortadaki salonun açık kapısı önünde buldu. İçeride gayet sarı saçlı, beyaz esvaplı bir Avrupalı kadınla başı açık ve esmer bir delikanlı konuşuyor ve gülüşüyordu. Gözlerini ovuşturarak gelen kuvvetli, çirkin ve biçimsiz garson onu sağ tarafta tek yataklı odalardan birine götürdü. Çiy ve beyaz aydınlığı söndürüp yalnız kalınca arkası üstü karyolaya uzandı. Soyunmaya, hatta potinlerini çıkarmaya takati yoktu. Gözlerini kapadı. Kollarını başının üstüne çaprazvari koydu.

      Uyuyamıyor, başının zonkladığını duyuyor, evini düşünüyordu! İhtimal, zevcesi bu akşam onu beklemiş ve kim bilir ne kadar merak etmişti! Ama nasıl gidecekti? Kırk sekiz saattir birbirini takip eden vakalar, haberler, onu şaşırtmış, mevcudiyetini, ruhunu değiştirmiş, muhakemesini perişan etmişti. Şimdi ne kadar müşkül bir mevkide kalmıştı? Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinden ansızın uyanan millet, İtalyan mektebinin, acentesinin, hastanesinin, hatta konsoloshanesinin armalarını parçalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmış, heyecanlı nümayişler yapmıştı. Ne kadar İtalyan varsa şüphesiz hepsi kovulacaktı. İtalyan dostu görünecek bir Türk şüphesiz lanetler, nefretler içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacaktı…

      Başının ağrısından gözleri yaşarıyor ve akacak gibi oluyordu. Yüzükoyun döndü. Gözünün önüne zevcesi, çocuğu, evi geliyordu. O hiç böyle bir günü düşünmemiş, bu ana kadar mesut yaşamıştı. Bir garplı ile, bir İtalyan’la izdivaç etmek, hayatını birleştirmek ona pek tabii görünmüş, hatta iftihar edilebilecek bir mümtazlık gibi gelmişti. Avrupa’dan geldiği seneyi, gençlik ve bekârlık günlerini hatırlıyor, mazisi, sesli bir sinematograf süratiyle hayalinden geçiyordu. Grazya’yı ilk defa İzmir’de bir baloda görmüş ve hayret etmişti. Bu kız eski Roma tarzında fantezi esvaplar giyiyor ve tıpkı İmparator Adriya’nın metresi Antinous’a benziyordu. Avrupa’da tahsili esnasında