içinde bir kanarya daima öter; merdiven başındaki ceviz ağacından eski ve guguklu saat, alaturka saat başlarını haykırarak onun gürültüsünü keserdi. Babasının odası gözünün önüne geliyordu. Buraya selamlık da derlerdi. Alçak sedirleri ve kalın halılarla döşeli olan bu geniş oda ağır vişne rengindeki perdeleriyle biraz karanlıkça idi. Duvarlarda eğri ve altın kakmalı kılıçlar, kamalar, piştovlar asılı idi. Hatta bir gün babası bu kılıçlardan birini indirmiş, kınından çıkararak ona birtakım siyah lekeler göstermiş:
“Bunlar ne? Biliyor musun?” diye sormuştu.
O ne olduğunu anlamayarak:
“Çok kirlenmiş, temizletelim.” cevabını vermişti.
Hâlâ duyuyor gibi oluyordu; o vakit babası gülümsemiş ve büyük eliyle minimini sırtını okşayarak:
“Hayır oğlum.” demişti. “Bunlar kir değil! Bunlar düşman kanı… Bu kılıç bize dedelerimizden kaldı. Babam da, ben de onunla harbe gittik. Bu kılıç yedi muharebe gördü. Üzerindeki düşman kanı en büyük kıymetidir, temizlenmez…”
Sonra bir gün yalnızken hizmetçiye diğer kamaları ve irili ufaklı kılıçları indirtmiş, kınlarından çıkararak bakmıştı. Hepsi, hepsi kanlıydı ve bu kanlar düşman kanıydı… Yine bu odadaki baş sedirin üstünde etrafı ipekten ve sırmalı çevrelerle süslenmiş büyük bir levha vardı, iki sütun üzerine, kırmızı ve ince çiçekler içine yazılmış olan bu satırları daima okur, hatta ezberlerdi. Bu sert ve temiz, sanki altın ve çelikten yapılmış bir kaside idi. Mertlik nasihatleri veriyor, mert bir Türk ruhundan saçılıyor, iffet, namus, metanet, istiğna tavsiye ediyordu. Bazı mısraları işte aklına geliyordu:
Geçme namert köprüsünden, ko aparsın su seni!
Korkma düşmandan ki, ateş olsa yandırmaz seni!
Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!
Son mısra bir nakarat gibi tekerrür ederdi. Babası ne kadar genç dururdu! Gelen misafirler, ağalar da ona benzerlerdi. Bu levha güya kalplerinin, ahlaklarının tercümesiydi… Harem tarafı da hayalinde dalgalanıyor, başı yeşil örtülü annesiyle, daima yere bakan, omzunda hale gibi pembe bir atkı taşıyan mukaddes hemşiresini görüyordu. Şimdi bu muazzez vücutlardan, kendi aslından, esaslarından ne kadar uzaktı! Tahsilde iken babası ve annesi ölmüştü. Amcasının yanına giden hemşiresi, orada yerlilerden birine varmıştı. Kendisi on senedir ne Bursa’ya gitmiş ne akrabalarını görmüş; hatta mallarını bile İstanbul’dan gönderdiği bir vekil vasıtasıyla sattırmıştı.
Hayalinden uyanıyor, etrafına bakıyordu. Duvarlarda esatire ait resimler, eski Roma ve Yunan manzaraları vardır. Askıda Primo’nun mektebe giderken giydiği geniş hasır şapkası, ortadaki yuvarlak masanın üzerinde Progres ve Journal de Salonique gazetelerinin nüshaları duruyordu. Buradan kaçmak istedi. Ama hangi odaya gidecekti… Yukarı çıksa Mösyö Vitalis ile Madam Vitalis’in büyük kıtadaki resimleriyle karşılaşacaktı. Salona girdi. Bir pencere açtı, panjuru itti. İçeriye aydınlık doldu. Oh… İstemeyerek duvarlara göz gezdirdi. Garibaldi’nin, Victor Emmanuel’in resimleri müsterih ve muzaffer iki hâkim gibi ona bakıyorlardı. Diğer mukabil satıhlarda Vatikan’ın, Napoli’nin yağlı boya manzaraları asılmış duruyordu. Ve bu ev kendisinin idi… Düşünüyor, düşünüyor, düşündükçe iki gündür farkına vardığı mevcudiyetinin aşağılığını, sefaletini, adiliğini, mefkûresizliğini anlıyor; kaybettiği kavmiyeti, unuttuğu milliyeti, kıymeti, kıymetini takdir edemediği esasları için acı bir matem duyuyor:
“Ah ne kadar zavallı imişim!” diyordu.
Bu vicdan azapları içinde geçen yarım saat ona bir gün gibi göründü. Kapının zili çalınınca bütün vücudu titredi. İşte Grazya geliyordu.
Parmaklarının uçları üşüdü. Boynu hareket içinde kaldı. Başı kaşındı. Dayanılmaz bir ıstırap duydu. “Keşke fikrimi mektupla yazsaydım!” diye düşündü. Fakat işte artık vakit yoktu. Grazya dışarıda şapkasını çıkarıyor ve hizmetçi kıza kendisini soruyordu. Şimdi kapıyı açacak, içeri girecekti… O ne yapacaktı? Ne söyleyecekti? Nasıl konuşacak, sabahleyin verdiği kararı ona nasıl anlatacaktı? Bu tereddüt ezası çok sürmedi. Grazya kapıdan girdi. Solgun bir tebessümle:
“Bonjur dostum, niçin burada oturuyorsun?” dedi.
Yüzü sararmış ve güzel burnu biraz daha büyümüş ve uzamış gibiydi. Arkasında ince kahverengi bir manto vardı. Sol elinin eldivenini çıkarmaya çalışıyordu.
Kenan şuursuz bir cevap verdi:
“Hiç…”
“Dün gece niye gelmedin?”
“İşim vardı.”
“Nerede idin?”
“Otelde!”
“Oh, ne kadar merak ettim.”
Ve yanına oturarak merakının ıstıraplarını nakletti. Bir kolunu aşk ve zevk dakikalarında olduğu gibi Kenan’ın omzuna atmıştı. Cümlelerin nihayetlerinde bu koluyla onun başına dokunuyor, hafif bir sallantı yapıyor, sanki muhatabını böyle teshir ve tenvim ediyor, varlığını benimsiyordu. Kenan on senedir içine yuvarlandığı esirlik uçurumunun hâlâ dibinde bulunduğunu ve buradan kurtulmanın pek güç olduğunu görüyordu. Seviyorum zannettiği bu siyah gözlü latif kadın, hakikatte, asliyle, esaslarıyla, kavmiyetiyle kendisine ne kadar yabancı ne kadar uzaktı! Ve hatta bir düşmandı… İlan olunan harpten bahsediyordu. Kenan dinliyor ve sükûnetini bozmuyordu. Grazya, bu sabah tercüman ile konuşmuştu. Hiç kimsenin bilmediği, gazetelerin yazmadığı havadisleri öğrenmişti. Ecnebi siyasi memurlar her şeyi biliyorlardı. Yalnız Türklerin bir şeyden haberleri yoktu. Tercüman sır olarak söylemişti; bu sene içinde Şark meselesinin en mühim noktaları hallolacaktı. İngiltere, Almanya, Fransa, hasılı bütün Avrupalılar birbirleriyle tamamen anlaşmışlardı. Fas, Fransa’nın oluyor; Almanya’ya Afrika’dan başka bir müstemleke verilmekle beraber Anadolu’da serbest bırakılıyor; İngiltere, İtalya’ya Trablus’un acele zaptını tavsiye ediyordu. Trablus, İtalya’nın olurken Acemistan da Rusya ve İngiltere tarafından taksim edilecekti. Birkaç ay sonra Rumeli’nin her tarafında bombalar patlamaya başlayacak; Girit Yunanistan’a bağışlanacak, Arnavutluk’a, Makedonya’ya, Suriye’ye, Arabistan’a muhtariyet verilecek; Sultanlık Avrupalıların himayesine alınarak Türkiye’de “beynelmilel bir idare” tesis olunacaktı… Avrupa’nın programı bu idi!
Grazya, bunları mufassal ve çabuk anlatıyor, tercümanın korkularını tekrar ediyordu. Şimdi hükûmet yine Türklerin elinde idi. Ve bu gençler ahaliyi heyecana getirmek, haşin ve müşterek bir ruh yaratmak maharetine vakıftılar. Şark meselesinin hâlline teşebbüs olunduğu esnada, hükûmet ellerinde bulunursa büyük felaketlerin zuhuru muhakkaktı. Çünkü ihtiyar Türklerle birleşecekler, Rumeli’de ve Anadolu’da muharebe etmeye kalkacaklardı. Birçok katliama intizar etmek gerekiyordu. Bir iki hafta içinde Trablus’un zaptı heyecanıyla mebuslar, hükûmeti devireceklerdi. Bütün konsoloslar, yeni kabinenin Avrupa fikirli, Avrupa’da tahsil görmüş, âdemimerkeziyet, yani muhtariyet taraftarı, hakiki hürriyeti, yani Avrupa himayesini ister, milliyet taassubundan ari muhâlif muktedir mebuslardan teşekkül edeceğine emindiler. Bu kabine, askerleri öldürtmeden Trablus’ta İtalya’nın hakkını ve hâkimiyetini tanıyacak, Girit için manasız ve tehlikeli ısrarlarla büyük devletleri ve Yunanistan’ı üzmeyecek; Arnavutluk’a, Makedonya’ya, Suriye’ye istedikleri muhtariyeti verecek, maliyesini Avrupalılara teslim ile “tamamiyet-i mülkiye”sini son defa bir kerre daha tasdik ettirecek, hasılı Şark meselesini mesut siyasetle kan dökülmeden bitirecekti… Bütün limanlar açılacaktı. Mezopotamya işletilecek,