Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Mesnevi`den Seçmeler


Скачать книгу

ayrı: “Söyleyin, size Hindistan’dan ne getireyim? Ne istersiniz?” diye sorar. Herkes bir şeyler ister. Sıra papağana gelince tacir:

      “Ee! Sen de söyle bakalım güzel kuşum. Sana ne getireyim?”der.

      Papağan boynunu büker:

      “Mademki Hindistan’a gidiyorsun, oradaki papağanları görünce benim hâlimi etraflıca anlat. De ki, sizin hasretinizi çeken bir papağanım var. Bizim evde bir kafeste hapsolunmuştur. Size selam söylüyor ve sizden yardım istiyor. ‘Yazık değil midir ki ben burada, gurbet ellerde acı çekeyim de siz yeşillikler, ağaçlar arasında, gül bahçelerinde dolaşınız. Dostların vefası böyle mi olur?’ diyor de.”

      Tacir:

      “Pekâlâ, bütün bunları söyleyeceğim.” diyerek yola düşer. Hindistan sınırlarına girdiği zaman, gerçekten dallarda ötüşen birkaç papağan görür. Atını durdurup onlara seslenir. Papağanın kendisine söylediği sözleri birer birer anlatır. Bu sözleri dinleyen papağanlardan biri titremeye başlar. Az sonra da nefesi kesilir, düşüp ölür.

      Tacir bu duruma çok üzülür:

      “Yazık, bir cana kıydım. Herhâlde benim papağanımın ya sevgilisi ya akrabasıydı. Keşke konuşmasaydım, haber vermeseydim. Zavallıyı yaktım, canına kıydım.” diye dövünür. Bu üzüntüyle Hindistan’a gelir, alışverişini yapar, herkese ayrı ayrı hediyelerini alır. Bir süre sonra da memleketine döner.

      Evinde hediyeleri dağıtırken papağan seslenir:

      “Bu kulun armağanı yok mu? Hindistan’da ne gördün, oradaki papağanlara ne söyledin?”

      Tacir gördüklerini anlatmak istemez ama papağan ısrar eder, o zaman tacir:

      “Söyleyemem. Bir aptallık ettim, senden onlara haber götürdüm, şimdi pişmanım o sözlerden.”der.

      Papağan:

      “Efendim, niçin pişmansın? Bu üzüntüne sebep nedir? Lütfen söyle!”

      Tacir bu ısrara dayanamaz:

      “Ne olacak?” der. “Senin şikâyetlerini onlara iletince içlerinden biri dayanamadı, titreyerek düşüp öldü. Şimdi, ben ne yaptım da söyledim, diye pişmanlık içinde kıvranıyorum. Ama olan oldu.”

      Papağan bu sözleri işitince o da titremeye başlar. Biraz sonra da kaskatı kesilir. Tacir durumu görür görmez:

      “Eyvah!” der. “Ey güzel papağanım, ey güzel sesli kuşum, ey gönlümün neşesi, sana ne oldu böyle? Vah, yazık!” diye inlemeye başlar. Papağanı kafesten çıkararak dışarı atar. Atmasıyla da papağan birdenbire fırlayarak bir dala sıçrar. Tacir şaşırmıştır. Papağana seslenir:

      “Hey, bu hâl nedir? Ne oluyor?”

      Papağan şen şakrak cevap verir:

      “Hindistan’daki papağan o hareketiyle bana bir nasihat gönderdi. Dedi ki: ‘Konuşmayı, neşeyi, ötüşü bırak, çünkü sen bu hâllerinle kafestesin.’ Sonra kendisini ölü göstererek: ‘Benim gibi yap! Benim gibi öl ki kurtulasın.’ demek istedi.”

      Papağan bunları söyledikten sonra daldan dala sıçrayarak uzaklaşır, gider.

      Çölde Fakir Bir Bedevi ve Karısı

      Çöl ortasında fakir bir bedevi, çadırında karısıyla yaşıyordu. Bir gece karısı:

      “Bütün yoksulluğu, cefayı biz çekiyoruz. Âlemin ömrü hoşlukla geçiyor. Sadece biz fakiriz. Ekmeğimiz yok, katığımız üzüntü. Testimiz yok, suyumuz gözyaşı. Gündüzün elbisemiz güneş, geceleyin döşek ve yorganımız ay ışığı. Açlığımızdan değirmi ayı okkalık ekmek sanarak gökyüzüne saldırıyoruz. Bizim hâlimiz ne olacak böyle?” diye dert yandı.

      Bedevi: “Be kadın, daha ne zamana dek dünya malını isteyip duracaksın? Şunun şurasında ne ömrümüz kaldı? Akıllı kişi artığa, eksiğe bakmaz. Gençken daha kanaatkârdın, yaşlanınca hırsın arttı, altın istiyorsun. Hâlbuki önceden altın gibiydin sen. Ne oldu sana?” dedi. Karısı bunları dinlemiyor, üstelik azdıkça azıyordu.

      “Ey namustan başka bir şeyi olmayan! Artık senin yaldızlı sözlerinden bıktım. Hâlimizi bir gör de utan! Bana kanaatten bahsediyorsun. Ne vakte kadar bu çalım? Sen kanaatten ne vakit canını nurlandırdın? Sen bunları geç de yola gel!”

      “Sen kadın mısın, yoksa keder misin? Yoksulluğumla ben iftihar ederim. Başıma kakma. Mal, mülk, para başta külah gibidir. Külaha sığınan keldir. Zengin, kulağına kadar ayıp içine dalan kişidir. Malı vardır da o mal ayıbını örter. Yoksulluk senin anlayacağın şey değildir, yoksulluğa hor bakma. Allah göstermesin, benim halka karşı tamahım yok. Gönlümde, kanaatten bir âlem var. Ey kadın! Kavgayı, darılmayı bırak! Bırakmayacaksan hiç olmazsa beni bırak! Ben iyiyle, kötüyle kavga edemem; kavga ile işim yok. Savaşlar şöyle dursun, gönlüm barışlardan bile ürkmekte. Susacaksan ne âlâ; eğer susmazsan şimdi evimi barkımı bırakır, alır başımı giderim!”

      Kadın, kocasını hiddetli görünce ağlamaya başladı, güya pişmanlık gösterdi, dedi ki:

      “Ben senin karın değil, ayağının toprağıyım. Cismim, canım ne varsa senindir; hüküm de senin, ferman da… Yoksulluk yüzünden sabrım tükendiyse bu da kendim için değil, senin için. Sen dertli zamanlarda bana derman oldun; muhtaç olmanı istemiyorum. Fakat sen, hakkımda böyle kötü düşününce candan da geçtim, tenden de… İşte imana geldim, can ve gönüller hükmüne boyun eğiyorum.”

      Bedevi, karısının gözyaşları karşısında fazla dayanamadı, söylediklerine pişman oldu.

      “Ne dersen sana uyarım karıcığım; çünkü seni seviyorum.” dedi. Kadın fırsatı yakalamıştı. Hemen atıldı:

      “Sahi sen beni seviyor musun? Yoksa ağzımı aramak mı istiyorsun?”

      “Vallahi billahi seviyorum.”

      “O hâlde, senden bir dileğim var. Bağdat şehrinde Allah’ın halifesi oturur. O padişaha ulaşabilirsen sen de padişah olursun. İkbal sahiplerinin dostluğunu kazananlar ikbale kavuşurlar. Bunun için sen de Bağdat’a git, o padişahı bul!”

      “Peki ama ben zavallı, fakir bir bedeviyim. O yüce sultanın huzuruna nasıl girebilirim? Bunun için bir sebep lazım… Sebepsiz ziyaret olur mu?”

      Kadın kocasına şu aklı verdi:

      “Testimizde arı, duru yağmur suyu var. Malımız, mülkümüz de bundan ibaret. Bu testiyi al, git padişahlar padişahının huzuruna gir, armağanını sun. De ki: Bizim bundan başka hiçbir malımız mülkümüz yok. Çölde de bundan iyisi hiç bulunmaz… Padişahımızın hazineleri varsa bunun gibi suyu yoktur. Bu su, az bulunur.”

      Zavallı kadın, Bağdat’ın ortasından şeker gibi Dicle’nin akıp gitmekte olduğunu ne bilsin, testisindeki suyu övüp duruyordu.

      Kocası da bu övgüye katılmış:

      “Kimin böyle bir armağanı olabilir? Gerçekten de bizim bir testi arı, duru yağmur suyumuz ancak padişahlara layık.” diyordu.

      Bedevi, testisini bir keçeye sardı, ağzını sıkıca kapadı. Sırtına alarak Bağdat yoluna düştü. Testi kırılmasın, hırsızlar çalmasın diye gece gündüz, gözü gibi koruyordu. Günler haftalar sonra Bağdat’a geldi. Sora sora halifenin sarayını buldu. Kapıya dayandı. Muhafızlar ne istediğini sordular. Bedevi:

      “Ey yüzlerinde ululuk nişanesi parlayan, ey padişahlar padişahının ahlakıyla bezenmiş kişiler. Ben garip bir bedeviyim. Padişahın lütfunu umarak çöllerden geldim. Bu armağanı o sultana götürün, padişahtan murat isteyeni