Артур Конан Дойл

Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları


Скачать книгу

bütün gün kampta kaldık. Bu esnada Lord John da yegâne savunmamızı oluşturan dikenli çalılardan duvarların kalınlığını ve yüksekliğini arttırmıştı. Biz de elimizden geldiğince ona yardım ettik. O gün, hatırladığım kadarıyla, içimde sanki sürekli izleniyormuşuz gibi bir hisse kapılmıştım ancak bu ne yönden veya kim tarafından yapılıyor olabilirdi, bilemiyordum.

      Önsezim o kadar kuvvetliydi ki sonunda bundan Profesör Challenger’a da bahsettim, ama o, bunu ateşin verdiği zihinsel heyecana bağladı. Tekrar tekrar, aniden durup dönerek muhakkak bir şeyler görecekmişim gibi etrafımı kolaçan ediyordum. Ancak görebildiğim, sadece oluşturduğumuz çitin karanlık yumağı veya üzerimize eğilmiş ağaçların kasvetli, mağaramsı kuytu köşeleriydi. Buna rağmen her an üzerimize atılacakmışçasına yanı başımıza kadar sokulmuş, her hareketimizi izleyen habis bir tehlikenin varlığı duygusu gittikçe daha da büyüyordu içimde. Aklıma yerlilerin batıl inancı Curupuri geldi -ormanın esrarengiz, korkunç ruhu- ve onun dehşetli varlığının, bölgesine tecavüz eden, en uzak köşelerine kadar sokulan kişileri gazabına uğrattığına kolaylıkla inanabilirdim şimdi.

      Maple White Ülkesi’ndeki o üçüncü gecemizde, zihinlerimizde korku dolu bir izlenim bırakan bir deneyim yaşadık. Sığınağımızın duvarlarını geçilmez yapmak için var gücüyle çalışmış olan Lord John’a ne kadar teşekkür etsek azdı. Hepimiz ağır ağır sönmeye yüz tutan ateşin etrafında uykuya dalmıştık. Birden, hayatımda şimdiye dek duymadığım derecede dehşetli bir dizi canhıraş haykırış ve bağırtı herkesi uykusundan uyandırdı, daha doğrusu havaya sıçrattı. Bu kıyamet gürültüsü gibi sesi neye benzetebileceğimi bilemiyorum. Gürültü, kampın hemen ötesinde, yüz metre kadar ilerisindeki bir noktadan yükselmişti. En az bir trenin düdüğü kadar kulak yırtan bir sesti bu fakat treninki daha net ve mekanik bir sestir. Bu ise çok daha kalın ve en ufak zerresine kadar ızdırapla ve korkuyla inleyen bir sesti. Ellerimizi kulaklarımıza götürerek kendimizi sinirlerimizin boşalmasına neden olabilecek etkiden korumaya çalıştık. Vücudumu soğuk bir ter kaplamış ve feryadın etkisiyle içim gitmişti âdeta. Bütün eziyet çeken ruhların sonsuz şikâyeti vardı sanki bu seste; bütün kederleri o tek çığlıkta odaklanmış, hepsi bu korkunç, acı çeken çığlığa sığmıştı sanki. Sonra bu tiz çığlığa kalın, daha aralıklı, daha göğüsten gelen, sanki hırıltılı bir gülüşe benzeyen bir ses eklendi.

      Eşlik ettiği haykırışla iğrenç bir tezat oluşturan, gırtlaktan gelen neşeli bir homurtuydu bu. Bu korkunç düet, üç dört dakika kadar sürdü, bu sırada da bütün yapraklar ürküntüyle uçup giden kuşların çıkardığı hışırtıyla sarsıldı. Sonra hepsi başladığı gibi aniden bitti. Uzunca bir zaman korkunç bir sükûnet içinde oturup kaldık. Lord John kalkarak ateşin üzerine bir demet kuru dal fırlattı. Çıkan kırmızı parlaklık, arkadaşlarımın dikkatle gerilmiş suratlarını aydınlatmış ve başımızın üzerinde duran koca dalların üzerinde titrekçe oynaşmıştı.

      “Neydi bu?” diye fısıldadım.

      “Sabahleyin öğreneceğiz.” dedi Lord John. “Bize yakındı. Açıklık alandan daha uzakta olamaz.”

      “Prehistorik bir trajediye kulak kabartma ayrıcalığını yaşadık; Jura Dönemi’ne ait bir gölün etrafındaki sazlıkların arasında büyük bir canavarın, kendinden daha küçük olan başka bir tanesini haklamasıydı bu.” dedi Challenger, sesinde şimdiye dek hiç duymadığım bir kasvetle. “İnsan, yaratılış kademesinin sonlarında yer almakta şanslıymış. Çünkü cesaretinin ve alet edevatının başa çıkamayacağı güçler hâkimdi yeryüzüne eski çağlarda. Bu gece terör estiren böylesine bir güce karşı sapanları, mızrakları veya okları ne işe yarayabilirdi ki? Hatta modern bir tüfekle bile böyle bir canavarla başa çıkmak zor olurdu.”

      “Ben herhâlde küçük dostumu destekleyeceğim.” dedi Lord John, Express’ini okşayarak. “Fakat hayvanın başabaş bir mücadele çıkaracağı kesin.”

      Summerlee elini kaldırdı:

      “Susun!” diye haykırdı. “Bir şeyler duydum, eminim…”

      Ölüm sessizliğinin ortasında derin ve düzenli bir “pat pat” sesi yükseliyordu şimdi. Bir hayvanın yürüyüşüydü bu. Yumuşak ritimli ama kuvvetlice ayak sesleri toprağa dikkatlice basıyordu. Yavaş yavaş kampın etrafına yaklaştı ve girişin yanında durakladı. Zayıf, ıslıksı bir ses yükselip alçalıyordu; yaratığın soluk alıp verme sesiydi bu. Gecenin bu kâbusuyla aramızdaki tek korunak, derme çatma bir çitti sadece. Her birimiz tüfeğimizi kavramıştık ve Lord John da çitte bir boşluk açmak için ufakça bir çalılığı çekip çıkarmıştı.

      “Aman Tanrı’m!” diye fısıldadı. “Görebiliyorum galiba onu.”

      Eğilerek omzunun üzerindeki açıklıktan dışarı bir göz attım. Evet, ben de görebiliyordum onu. Ağacın karanlık gölgesi içinde daha da koyu, yeni yeni şekillenen, belli belirsiz siyah bir şeydi. Her hâliyle vahşi ve tehdit dolu, çömelmiş bir şekil… Yüksekliği bir attan daha fazla değildi fakat karanlığın içindeki kaba hatları müthiş bir cüsseye ve kuvvete işaret ediyordu. Bir motorun egzoz borusundan çıkan sese benzeyen ıslıksı ve gür ses, canavar gibi bir organizmayı haber veriyordu. Bir an hareket edince, sanki korkunç bir çift yeşilimsi göz görmüşüm gibi gelmişti bana. Sanki bize doğru sürünüp ilerliyormuş gibi huzursuz edici bir hışırtı duyuluyordu.

      “Galiba sıçrayacak!” dedim tüfeğimi kaldırarak.

      “Ateş etme! Ateş etme!” diye fısıldadı Lord John. “Sessiz ormandaki silah patlaması kilometrelerce öteden duyulur. Son kozun olarak sakla bunu.”

      “Eğer çiti aşarsa işimiz bitiktir.” dedi Summerlee çatlak sesinde heyecanın yol açtığı bir gülüşle.

      “Hayır, çiti aşmamalı!” diye sesini yükseltti Lord John. “Fakat silahını son çare olarak sakla. Belki bu ahbabımızın bir çaresine bakabilirim. Ne olursa olsun bir deneyeceğim.”

      Şimdiye kadar bir insanın yaptığı en cesurca hareketti bu gördüğüm. Ateşe doğru eğilerek yanan bir dal parçasını kaptığı gibi, çitin çıkışında yaptığı kapıdan dışarıya kaydırdı. Yaratık korkunç bir hırıltıyla ileriye doğru seyirtti. Lord John duraksamadı bile; aksine hızlı ve hafif adımlarla onun üzerine koşarak alevler içindeki çırayı hayvanın yüzüne doğru savurdu. Bir an için korkunç bir maskeye benzeyen yüzü seçebildim: Dev bir kurbağanın derisine benzer siğil siğil, cüzzamlı bir deri ve etrafı taze kanla dolu vıcık vıcık, gevşek bir ağız…

      Bir saniye sonra çalılıklardan gelen bir çatırtı duyulmuş ve korkunç ziyaretçimiz ortadan kaybolmuştu.

      Lord John gülerek: “Ateşe karşı koyamayacağını düşündüm.” dedi, içeri gelip elindeki dalı, çalı demetinin arasına fırlatıp atarken.

      Hepimiz bir ağızdan, “Kendini böyle tehlikeye atmamalıydın!” diye bağırmıştık.

      “Yapacak başka bir şey yoktu. Eğer aramıza dalsaydı onu indirelim derken birbirimizi vururduk. Beri yandan çitten ateş ederek onu yaralasaydık bile saniyesinde üzerimize atılırdı ki ateş ederek yerimizi belli etmemizi saymıyorum bile. Bana kalırsa kendimizi bu işten iyi sıyırdık. Peki, neydi bu acaba?”

      Bilginlerimiz tereddütle birbirlerine baktılar. Summerlee piposunu yakarken, “Şahsen bu yaratığı kesin olarak bir sınıflamaya sokamayacağım.” dedi.

      “Kendini bağlamamakla gayet yerinde bir bilimsel davranış gösteriyorsun.” dedi Challenger, tenezzül buyururmuş gibi bir sesle. “Ben de şahsen bu gece karşı karşıya kaldığımız yaratığın kesinlikle bir tür etobur dinozor olduğunu