Артур Конан Дойл

Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları


Скачать книгу

etmemiz gereken, sahip olduğumuz erzağın bir çeşit dökümünü yapmaktı. Böylece neye bel bağladığımızı bilmiş olacaktık. Yukarı taşıdıklarımız ve Zambo’nun ip vasıtasıyla gönderdikleriyle stoklarımız oldukça iyi durumdaydı. Hepsinden önemlisi, etrafımızı çevirebilecek bir tehlike anında kullanabileceğimiz dört tüfeğimiz ve bin üç yüz atımlık mermimiz bulunmaktaydı. Bir de çiftemiz vardı, ancak orta boy kurşun ve saçma fişek sayısı yüz elliyi aşmıyordu. Yiyecek olarak haftalarca yetecek malzemenin yanı sıra, yeterli tütün ve büyük bir teleskopla güzel bir dürbünün dâhil olduğu birkaç bilimsel araç gereç vardı. Bütün bunları açıklık alanda bir araya topladıktan sonra, ilk önlem olarak, bıçaklarımızla ve küçük baltalarımızla biraz dikenli çalılık keserek, yaklaşık on beş metre çaplı bir daire şeklinde eşyaların etrafına istif ettik. Bu şimdilik bizim karargâhımız olacaktı -ani tehlikeye karşı sığınağımız ve erzağımız için bir koruma evi- ve buraya “Challenger Kalesi” adını verdik.

      Kendimizi emniyete almadan önce vakit öğleyi bulmuştu, ancak sıcaklık boğucu değildi ve gerek iklim gerekse bitki örtüsü olarak platonun genel karakteri ılımandı. Bizi kuşatmış olan ağaç karmaşası arasında kayın, meşe hatta huş ağaçları bulunuyordu. Hepsinin üzerinden bakan dev bir ginko ağacı, kocaman dallarını ve baldırıkara otu misali sık yapraklarını, meydana getirdiğimiz kalenin üzerine uzatmıştı. Konuşmalarımıza bunun gölgesi altında devam ederken, Lord John eylem anında liderliği ele almış, bize görüşlerini açıklıyordu.

      “İnsan veya hayvan, bizi görmediği veya duymadığı sürece emniyetteyiz.” dedi. “Burada olduğumuzu anladıkları anda ise başımız belada demektir. Şimdilik bizi fark ettiklerine dair hiçbir işaret yok. Şu hâlde taktiğimiz, mutlaka bir süre gizli kalarak bölgeyi gözlemek olmalı. Onlar bizi ziyarete buyurmadan önce komşularımızı iyice tanımamız gerek.”

      “Fakat ilerlemeliyiz!” demek cüretinde bulundum.

      “Mutlaka evlat, mutlaka! İlerleyeceğiz. Ama sağduyuyla. Hiçbir zaman üssümüze geri dönemeyecek kadar uzağa gitmemeliyiz. Her şeyden önemlisi, ölüm kalım meselesi olmadıkça silahlarımızı ateşlememeliyiz.”

      “İyi ama sen dün ateş ettin!” dedi Summerlee.

      “Eh, bu şarttı. Bununla beraber rüzgâr kuvvetliydi ve dışa doğru esiyordu. Dolayısıyla ses platonun içlerine kadar gitmiş olamaz. Aklıma gelmişken, buraya ne ad koyacağız? Herhâlde bu yere bir isim vermek bize kalmış bir şey.”

      İyi kötü çok çeşitli öneriler oldu ama son sözü Challenger söyledi.

      “Buraya tek bir isim verilebilir.” dedi. “Onu keşfeden öncünün ismi… ‘Maple White Ülkesi’.”

      Öyle de oldu ve benim özel uğraşım olan haritada da “Maple White Ülkesi” olarak adlandırıldı. İnanıyorum ki ileriki tarihlerde bir atlasta da bu isimle çıkacak.

      Şu anda önümüzdeki sorun, Maple White Ülkesi’ne barışçı bir yolla sokulabilmekti. Gözlerimizle gördüğümüz deliller, bize burada bazı bilinmeyen yaratıkların yaşadığını söylüyordu. Ayrıca Maple White’ın defterinin gösterdiğine göre, daha bir sürü korkunç ve tehlikeli hayvan da ortaya çıkabilirdi. Üstelik insanlar bile bulunabilirdi burada ve bambuya saplanmış iskelet, bunların kötü ruhlu olduğuna işaretti zira yukarıdan düşürülmemiş olsaydı iskelet orada olamazdı. Kaçamayacağımız bir şekilde hapsedildiğimizden, böyle bir yerde durumumuz açıkça tehlikeliydi ve bu nedenle de deneyimli Lord John’un önereceği her türden önlemi almayı haklı kılıyordu. Bununla beraber, ileri atılıp fethetmek, bütün esrarı ortadan kaldırmak için içimiz içimize sığmazken, kendimizi bu bilinmedik maceranın tam başında hareketsiz tutmaya çalışmak tabii ki olacak iş değildi.

      Sığınağımızın girişini bir sürü dikenli çalılıkla kamufle ederek bütün malzemelerimizi bu koruyucu çitin duvarı arkasında bıraktık. Bundan sonra da yavaşça ve ihtiyatla bilinmeyene doğru yola koyulduk. Dönüş yolunda bize kolaylık olsun diye yanımızdaki pınardan çağlayan küçük bir dereyi takip ediyorduk.

      Daha yeni yola çıkmışken rastladığımız işaretler, bizi gerçekten harika olayların beklediğini gösteriyordu. Bana tamamen yabancı olan ama grubumuzun botanikçisi Summerlee’nin aşağıdaki dünyada uzun zamandır bulunmayan bir çeşit çam ve cycadaceous bitkisi olarak tanımladığı ağaç ve bitkilerin bolca bulunduğu sık bir ormanda birkaç yüz metre ilerledikten sonra, derenin genişleyerek büyükçe bir bataklık oluşturduğu bir bölgeye girdik. Aralarına eğrelti ağaçlarının karıştığı, equisetacea veya zemberek otu diye de adlandırılan bitki türünün acayip görünümlü uzunca kamışları büyümüştü burada. Ağaçların tümü, kuvvetli bir rüzgârın önünde sallanıp duruyordu. Önden giden Lord John aniden elini havaya kaldırarak durdu.

      “Şuna bakın!” dedi. “Aman Tanrı’m, bu bütün kuş soyunun atasının bıraktığı bir iz olmalı!”

      Önümüzdeki yumuşak çamurda, muazzam büyüklükte, üç parmaklı bir ayak izi vardı. Bu yaratık her neyse bataklığı geçerek ormana girmişti. Hepimiz bu dev izi incelemek için durduk. Eğer bu bir kuşsa -ki hangi hayvan böyle bir iz bırakabilirdi- ayağı bir deve kuşundan çok daha büyük olduğuna göre, aynı orantıdaki yüksekliği de aşırı derecede büyük olmalıydı. Lord John çabucak etrafına göz gezdirirken, fil avı için kullandığı tüfeğine de iki fişek sokmayı ihmal etmedi.

      “Kalıbımı koyarım bu iz yeni.” dedi. “Hayvan geçeli en fazla on dakika olmuş. Şuraya bakın, su nasıl da hâlâ izin etrafına toplanıyor! Tanrı’m! Bakın şurada da küçük bir tanesinin izi var!..”

      Hakikaten aynı tip bazı daha küçük izler de büyüğe paralel olarak sıralanmıştı.

      “Ya buna ne diyeceksiniz?” diye haykırdı Profesör Summerlee zafer edasıyla.

      Üç parmaklı izlerin arasında gözüken ve sanki beş parmaklı bir insan elini andıran kocaman bir izi işaret ediyordu.

      Profesör Challenger, zevkten kendinden geçmiş bir hâlde, “Wealden!” diye bağırdı.

      “Wealden çamurunda gördüm bunları. Üç parmaklı ayakları üstünde dik olarak yürüyen ve ara sıra beş parmaklı ön ayaklarından birini yere koyan bir yaratık bu. Kuş değil, sevgili Roxton, kuş değil!”

      “Dört ayaklı bir hayvan yani?”

      “Hayır; bir sürüngen, bir dinozor! Başka hiçbir şey böyle bir iz bırakamazdı. Doksan sene kadar önce saygıdeğer bir Sussex’li doktorun kafasını bayağı karıştırmıştı bunlar. Ancak böyle bir şeye şahit olmayı kim düşünebilirdi, kim ümit edebilirdi şu dünyada?”

      Kelimeleri yavaş yavaş bir fısıltıya dönüştü ve hepimiz orada, hayretler içerisinde kımıldamadan kalakaldık. Sonra izleri takiple bataklığı aşarak ağaçlarla fundalıklardan oluşan bir bölgeden geçtik. Önümüz şimdi açıklık alandı ve karşımızda hayatımda şimdiye kadar gördüğüm en olağanüstü beş yaratık duruyordu. Çalıların arasında çömelmiş bir pozisyonda onları rahatça gözledik.

      Söylediğim gibi ikisi yetişkin, üçü de yavru olmak üzere beş taneydiler. Korkunç derecede iriydiler. Yetişkin olanları şimdiye kadar gördüğüm tüm yaratıklardan daha büyüktü hatta yavrular bile en az birer fil kadar cüsseliydiler. Arduvaz renkli derileri bir kertenkeleninki gibi pul puldu ve güneşin vurduğu kısımları pırıl pırıl parlıyordu. Beşi de ayaktaydı. Kalın, kuvvetli kuyrukları ve kocaman üç parmaklı arka ayaklarının üzerinde dengede dururken, bir yandan da beş parmaklı ön ayaklarıyla bakındıkları dalları aşağı çekiştiriyorlardı. Siyah