takip ettiğini çıkarabilsin. Belki de yolumuzun üstünde başka işaretlere de rastlayacağız.”
Gerçekten de öyle oldu ama bunlar hiç de beklenmedik cinsten, dehşet verici işaretlerdi. Kayalığın hemen altında, kayda değer bir alana yayılmış ve daha önce yolculuğumuzda aşmış olduğumuz uzun, bambu sırıklardan yetişmişti. Bu sapların çoğu altı metreye kadar ulaşıyor ve keskin, kuvvetli uçlarıyla durdukları yerde bile müthiş mızraklara benziyorlardı. Bu mızraklarla çevrili alanı geçerken gözüme, içeride, beyaz bir şey ilişmişti. Kafamı sapların arasına ittirerek soktuğumda, kendimi kuru bir kafatasına bakarken buldum. Bütün iskelet de oradaydı, ancak kafatası ayrılarak açıklık alanın birkaç metre ilerisine düşmüştü.
Yerlilerimizin palalarını kullanarak birkaç darbeyle sahayı temizledikten sonra, bu geçmiş trajedinin detaylarını inceleyebildik. Sadece birkaç elbise parçası ayırt edilebiliyordu, ama kemikli ayağın etrafındaki çizme kalıntıları belirgindi ve adamın beyaz olduğu kesindi. Kemiklerin arasında Hudson, New York’tan bir altın saat ve ucunda sivri uçlu bir dolma kalem bulunan bir zincir duruyordu. Bunların arasında bir de kapağının üzerine “A. E. S.den J. C.ye” ibaresi işlenmiş gümüş bir sigara tabakası vardı. Metalin durumu, felaketin çok da uzunca bir zaman önce meydana gelmediğine işaret etmekteydi.
“Kim olabilir acaba bu?” diye sordu Lord John. “Zavallıcık, vücudundaki bütün kemikler kırılmış gibi.”
“Kırık kaburga kemikleri arasından da bambu büyümüş.” dedi Summerlee. “Çabuk büyüyen bir bitki ama kamışlar altı metre yüksekliğe ulaşırken bu adamın burada bulunması akıl alır şey değil.”
“Adamın kimliğine gelince…” dedi profesör Challenger, “Bundan zerre kadar kuşkum yok. Nehri aşıp çiftlikte size ulaşmadan önce Maple White hakkında çok kapsamlı bir soruşturma yürüttüm. Para’da hiç kimse bir şey bilmiyordu. Şansıma, elimde kesin bir ipucu vardı çünkü defterinde Rosario’dan bir din adamıyla birlikte yemek yerken çizilmiş bir resmi vardı. Bu papazı bulmayı başardım ve adamın çok kavgacı birisi olmasına ve modern bilimin, inançlarını çürütücü etkisi hakkında söylediğim sözleri gülünç derecede kötüye yormasına rağmen, bana bazı yararlı bilgiler verdi. Maple White, Rosario’dan, dört sene önce veya ben ölü bedenini görmeden iki sene önce geçmişti. O sıralar yalnız olmayıp yanında bir de arkadaşı vardı: James Colver adında bir Amerikalı. Bu adam kayıkta kalmış ve papazla tanışmamıştı. Bu yüzden şimdi James Colver’dan geri kalanlara baktığımızdan hiç şüphem yok.”
“Aynı zamanda…” dedi Lord John, “Nasıl bir ölümle karşılaştığına da hiç şüphe yok. Tepeden düşerek veya aşağı atılarak bu kazıklara çakılmış. Aksi hâlde bütün kemikleri nasıl kırılabilirdi ve başımızın çok üstündeki bu kamışlara nasıl saplanabilirdi?”
Bu kırık dökük eşyaların etrafında durmuş, Lord Roxton’ı dinlerken, sözlerinin ardındaki gerçeklikle üzerimize bir sessizlik çökmüştü şimdi. Kayalık tepelerin çıkıntı yapmış ucu, bambu barikatının üzerinden sarkıyordu. Yukarıdan düştüğü kesindi. Fakat düşmüş müydü acaba? Bir kaza mı olmuştu? Yoksa?.. Bu bilinmeyen toprakların etrafında daha şimdiden uğursuz, korku verici olasılıklar belirmeye mi başlamıştı?..
Sessizce ayrılarak tekrar kayalıkların etrafını çeviren rotamıza devam ettik. Yüzey, resimlerini gördüğüm, Antarktika’da keşif gezisine çıkmış gemilerin direği üzerinden gözlemlenen, ufuktan ufuğa uzanan zemin buzulları gibi düz ve kırılmamıştı.
Beş mil boyunca hiçbir yarık veya açıklık göremedik. Sonra aniden gördüğümüz bir şey ümitlerimizi tazeledi. Kayanın yağmurdan korunan bir oyuğunda, hâlâ batı tarafını işaret eden, tebeşirle kabaca çizilmiş bir ok vardı.
“Yine Maple White.” dedi Profesör Challenger, “Kendisini arkadan takip edecek değerli adımların varlığını sezmiş olmalı.”
“Tebeşiri vardı o hâlde?”
“Sırt çantasında bulduğum eşyalar arasında bir kutu renkli tebeşir vardı, evet. Beyaz olanın dibine kadar kullanılmış olduğunu hatırlıyorum.”
“Bu gerçekten de iyi bir delil.” dedi Summerlee. “Onun rehberliğini kabul edip batıya doğru ilerlemek en iyisi.”
Beş mil kadar daha ilerlediğimizde kayaların üzerinde yeniden bir ok gördük. Oku gördüğümüz noktada kayalık cephe, ilk defa olarak dar bir yarıkla ayrılmıştı. Yarığın içinde, sanki zeminden yukarıda bir noktayı göstermek istercesine ucu yukarı doğru kalkık ikinci bir işaret vardı.
Bayağı kasvetli bir yerdi burası, çünkü dev gibi duvarlar ve iki kat yeşillikle çevrelenmiş alanda zemine sadece zayıf, gölgeli bir ışık sızıyordu. Saatlerdir ağzımıza bir şey koymamıştık ve ağır, düzensiz yolculuktan yorgun düşmüştük. Buna rağmen, gerilmiş sinirlerimiz mola vermemize engeldi. Yine de kamp yerinin kurulmasını emrederek bu işi yerlilere bıraktıktan sonra, biz dört beyaz ve iki melez, dar geçitten ileriye doğru yola koyulduk.
Ağızda genişlik on iki metre kadardı fakat ilerledikçe daralarak sivri bir köşede son buldu. Önümüz tırmanmak için çok düz ve kaygandı. Burası kesinlikle öncümüzün işaret ettiği yer olamazdı. Gerisin geri yola koyulduk -geçitin bütün derinliği çeyrek milden fazla değildi- ve aniden Lord John’un tetikteki gözleri yukarıda aradığımız şeyi gördü. Başımızın üstünde, yukarılarda, koyu gölgelerin arasında daha da karanlık, yuvarlak bir nokta vardı. Bir mağaranın ağzı olmalıydı bu kesinlikle.
Kampa geri dönemeyecek kadar heyecanlanmıştık; ilk keşfi hemen şimdi yapmalıydık. Lord John, sırtındaki çantada bir el feneri taşıyordu ve bu da ışık işini halledecekti. Önünde küçük sarı ışığın yarattığı halkayla ilerlerken, biz de tek sıra hâlinde adımlarını takip ettik.
Mağaranın su aşınmasına maruz kaldığı belliydi. Kenarlar kaygandı ve dip, yuvarlaklaşmış taşlarla doluydu. Tam tek bir adamın eğilerek girebileceği büyüklükteydi. Elli metre boyunca doğrudan kayanın içine doğru ilerliyor, daha sonra da 45 derecelik bir açıyla yukarı kıvrılıyordu. Bu eğim gittikçe daha da dikleştiği için, artık altımızda kayan gevşek kum ve çakılın arasında, ellerimiz ve dizlerimiz üzerinde ilerliyorduk. Aniden Lord Roxton’dan bir bağırtı yükseldi.
“Tıkalı!”
Arkasında, sarı ışığın aydınlattığı alanda kümelenmiş, tavana doğru yükselen bölük pörçük bir bazalt duvarı gördük.
“Tavan çökmüş!”
Dökülen bazı parçaları nafile yere dışarı taşımaya çalıştık. Bunun yarattığı tek etki, daha büyük parçaların koparak rampadan aşağı yuvarlanıp bizi ezilme tehlikesiyle tehdit etmesi olmuştu. Engelin, bizim kımıldatabilme gücümüzün çok ötesinde olduğu ortadaydı. Maple White’ın yukarı çıktığı yol artık kapanmıştı. Üzüntüden konuşamayacak bir hâlde karanlık tünelden tökezleye tökezleye çıktık ve kampa doğru yola koyulduk.
Bununla beraber bir olay meydana geldi, ki daha sonra olacaklar açısından önem taşıyor.
Uçurumun dibinde, mağaranın ağzından on iki metre kadar aşağıda küçük bir grup hâlinde toplanmışken, aniden ortaya çıkan dev gibi bir kaya aşağıya doğru uçarak yanımızdan geçmiş ve korkunç bir hızla yere çakılmıştı. Kıl payı kurtulmuştuk hepimiz de. Biz, taşın nereden geldiğini görememiştik ama hâlâ mağaranın ağzında bulunan iki melez hizmetçi, taşın kendi yanlarından uçarak geçtiğini, bu yüzden de zirveden düşmüş olması gerektiğini söylüyordu. Yukarı