gördük. Bölge feci bir şekilde sivrisinek bulutlarıyla ve her türden uçan haşereyle kaplıydı. Bu yüzden ağaçların arasından dolanıp yeniden sert zemine ulaşarak, uzaktan canlı bir uzuvmuş gibi uğuldayan vıcır vıcır böcek kuşatmasından kurtulduğumuz için sevinçliydik.
Kanolarımızı bıraktığımızın ikinci günü bölgedeki yapının tümüyle değiştiğini fark etmiştik. Yolumuz devamlı yokuştu ve yukarı doğru tırmandıkça ağaçlar seyrelerek tropikal çeşitliliklerini kaybetmeye başladılar. Amazon’un taşan sularının bıraktığı topraklarda, dev ağaçlar şimdi yerlerini, aralarında sık çalılıkların da olduğu dağınık hurma ve Hindistan cevizi kümelerine bırakmışlardı. Daha nemli ve kuytu alanlardaki Mauritia palmiyeleri, aşağı doğru sarkmış yapraklarını zarafetle sergilemekteydiler. Tamamen pusulaya dayalı olarak yol alıyorduk ve bir iki kere iki yerliyle Challenger arasında görüş ayrılığı baş gösterince, bütün grup profesörün haklı bir öfkeyle söylediği, “Modern Avrupa kültürünün en gelişmiş ürününe inanmaktansa az gelişmiş vahşilerin batıl inançları doğrultusunda hareket edemem!” lafına katılmıştı. Böyle yapmakta da haklı olduğumuz, üç gün sonra Profesör Challenger’ın daha önceki yolculuğundan hatırladığı birkaç işaretin kendini göstermesiyle ortaya çıktı. Hatta bir yerde bir kamp yerinden kaldığı belli olan ateş isiyle kararmış dört taş gördük.
Yolumuz hâlâ yokuştu ve etrafı kayalarla çevrelenmiş bir bayırı aşmamız iki günümüzü almıştı. Bitki örtüsü tekrar değişmişti; geriye, sadece muhteşem bir orkide bolluğuyla Fildişi palmiyeleri kalmıştı. Bu arada ben de bu orkidelerden nadir nuttonia vexillaria’yı ve muhteşem pembeli kızıllı rengiyle cattleya ve odontoglossum’u tanımayı öğrenmiştim. Çakıl taşı zemini ve eğrelti otlarıyla çevrili kıyılarıyla ara sıra rastladığımız derecikler, tepelerdeki sığ geçitlerden çağlayıp gidiyordu. Kamp için çok elverişli bu sahada her akşam, etrafı kayalıklarla çevrili göletlerin çevresinde mola veriyorduk. Göldeki, İngiliz alabalığı büyüklüğünde ve biçimindeki mavi sırtlı balık sürücükleri, muhteşem lezzette bir akşam yemeği oluşturuyordu bizim için.
Kanoları bıraktığımızın dokuzuncu günü ve tahminimce yüz yirmi mil kadar ilerledikten sonra, artık iyice küçülerek fundalıklara dönüşmeye başlayan ağaçlardan sıyrılmaya başladık. Onların yerini şimdi muazzam bir bambu manzarası almıştı. Bambular öylesine kesifti ki aralarından ancak palalarla ve yerlilerin küçük oraklarıyla dalları kesip yol açarak ilerleyebiliyorduk. Bu engeli ancak sabah saat yediden gece saat sekize kadar, sadece birer saatlik iki mola vererek ve uzun bir gün boyunca yürüyerek aşabildik. Bundan daha monoton ve sinir bozucu bir şey düşünülemezdi zira en açık alanlarda bile on on iki metreden ötesini göremiyordum, ki zaten görüş alanım, önümdeki Lord John’un sarı ceketinin sırtıyla, her iki yanımdan yükselen kırk-elli santim açıklıktaki sarı bitki duvarlarıyla kısıtlıydı. Üstümüzden aşağıya incecik bir güneş ışığı hüzmesi ulaşabiliyor, beş metre tepemizde koyu mavi göğe doğru sallanıp duran kamışların tepeleri seçilebiliyordu. Bu sazlıklarda ne çeşit hayvanlar yaşardı bilemiyordum. Ancak birkaç kez irice ve ağır bazı hayvanların çok yakınımızda hareket ettiklerini duymuştuk. Lord John, çıkardıkları sese dayanarak bunların yaban sığırı olabileceğine hükmetti. Tam gece üzerimize çökerken bu bambu barikatını aşarak hemen kampımızı kurduk. Bitmeyecek gibi gelen bu uzun gün bizi iyice tüketmişti.
Ertesi sabah erkenden yine ayaktaydık, bir kez daha bitki örtüsünün değişmiş olduğunu gözlemledik. Arkamızda sanki nehrin akış rotasını çizermiş gibi belirgin bir bambu duvarı vardı. Önümüzde ise hafifçe yukarı doğru kıvrılmış ve eğrelti otu kümeleriyle nokta nokta işaretlenmiş düz bir ova alabildiğince uzanarak sonunda balina sırtı benzeri, uzunca resiflerle son buluyordu. Buraya öğle ortalarında vararak ardında hafifçe basık, yuvarlak, ufka doğru yükselen alçak bir vadi olduğunu gördük. İşte tam burada, bu tepeciklerin ilkini aştığımız sırada bir olay meydana geldi ki ne derece önemli bilemiyorum.
İki yerliyle beraber grubun öncülüğünü yapmakta olan Profesör Challenger, aniden durarak heyecanla sağını işaret etti. Bunun üzerine gözlerimizi o yöne çevirerek, yaklaşık bir mil kadar ötede kocaman, gri, kuşa benzeyen bir yaratığın yavaşça kanat çırpıp yerden havalandığını, alçak ve düz bir uçuşla eğrelti kümelerinin arasında yitip gittiğini gördük.
“Gördün mü onu?” diye haykırdı Challenger büyük bir sevinçle. “Summerlee, gördün mü onu?”
Meslektaşı, gözlerini kuşun kaybolduğu noktaya dikmişti.
“Ne olduğunu iddia ediyorsun onun?” diye sordu.
“Benim bildiğime göre bir pterodactyl.”
Summerlee alaycı kahkahalar atarak yanıtladı:
“Bir ptero-zırvalık! Olsa olsa bir leylekti bu!”
Challenger o kadar öfkeliydi ki konuşamadı bile. Bunun yerine sadece yükü tekrar sırtına alarak adımlarına devam etti. Bununla beraber Lord John, şimdi yanıma gelmişti ve yüzü her zamankinden daha ciddiydi. Elinde Zeiss marka dürbününü tutuyordu.
“Ağaçlara dalmadan odakladım.” dedi. “Ne olduğunu bildiğimi iddia etmeyeceğim ama bir avcı olarak unvanımı ortaya koymaya hazırım ki hayatımda hiç böyle bir kuş görmedim ben.”
Ve olay böylece kaldı. Gerçekten de bilinmezin eşiğinde miyiz, liderimizin bize söylediği bu kayıp dünyanın uç sınırlarına mı şahit oluyoruz? Size olup biteni olduğu gibi anlatıyorum, siz de ancak benim kadar bilebiliyorsunuz. Bu tek bir rastlantıydı. Çünkü olağanüstü diyebileceğimiz başka hiçbir şey görmedik.
Ve şimdi sevgili okurlarım -tabii, gerçekten herhangi bir okurum varsa- sizi geniş nehirden geçirerek sazlıkların olduğu alana, oradan yeşil tünele ve sonra palmiye ağaçlarının olduğu yokuşa, oradan bambu molasına ve eğrelti ağaçlarının ovasına getirdim. Sonunda varış noktamız tamamıyla önümüzde. İkinci resifi geçtiğimizde önümüzde palmiye ağaçlarıyla dolu düzensiz bir ara ve daha sonra da resimde gördüğüm yüksek, kırmızı kayalıkları görmüştük. İşte, bunu yazarken orada, önümüzde duruyor ve hiç şüphesiz resimdekiyle aynı. En yakın noktası kamp yerimize yaklaşık yedi mil uzaklıkta ve dolanarak göz alabildiğine devam ediyor. Challenger ödül almış bir tavuskuşu gibi kurumlu kurumlu yürümekte; Summerlee ise suskun fakat hâlâ şüpheli. Geçecek bir gün, şüphelerimizin bir kısmını daha yok edecektir mutlaka. Bu arada, kırık bir bambu tarafından kolu delinen Jose dönmekte ısrar ettiği için, bu mektubu ona emanet ediyorum ve umuyorum ki sonunda emin ellere ulaşacaktır. Fırsat buldukça tekrar yazacağım. Buraya yolculuğumuzun kaba bir haritasını iliştiriyorum, belki de hikâyenin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olur.
9. BÖLÜM
“Kim Tahmin Edebilirdi ki Bunu?”
Başımıza korkunç bir iş geldi! Kim tahmin edebilirdi ki bunu? Problemlerimize dair bir çözüm göremiyorum. Belki de hayatımız boyunca bu tuhaf, erişilmez bölgede kalmaya mahkûmuz artık. Hâlâ öylesine kafam karışık ki karşımdaki gerçekleri veya önümüzdeki olasılıkları bile düşünmekten âcizim. Allak bullak olmuş zihnim için birisi son derece korkunç, diğeri ise bir gece gibi karanlık gözüküyor. Hiçbir insan kendini bundan daha kötü bir durumda bulmamıştır. Hatta size tam coğrafik konumumuzu açık edip arkadaşlarla bir kurtarma ekibi göndermenizi istemenin bile bir faydası yok. Gönderilseler bile, büyük olasılıkla onlar buraya ulaşamadan kaderimiz çizilmiş olacak.
Gerçek şu ki şu anda herhangi bir insani yardımdan, sanki Ay’daymışçasına uzağız. Eğer bu işten sıyrılabilirsek