Артур Конан Дойл

Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları


Скачать книгу

profesörün ifade ettiğinden çok daha yüksek olduğunu gözlemlemiştik -bazı bölgelerde en az üç yüz elli metreye ulaşıyordu- ve acayip bir şekilde oyuk oyuk bir görünümdeydiler. Tahminimce bu da bazaltın oluşmasına has bir özellikti. Buna benzer oluşumlar Edinburgh’da Salisbury Kayalıkları’nda da görülebilir. Zirvede müthiş bir bitki örtüsü zenginliği göze çarpıyordu; yamaçlarda çalılıklar ve daha gerilerde birçok yüksek ağaçlık alan uzanıyordu. Görebildiğimiz kadarıyla bir yaşam belirtisi yoktu.

      O gece kampımızı hemen kayalıkların dibine kurduk; son derece ıssız ve vahşi bir yerdi. Tepemizdeki yalçın kayalıklar sadece dikey olmakla kalmayıp, daha yukarılarda öne doğru bir eğim almışlardı; bu da tırmanmayı olanak dışı bırakıyordu. Yakınımızda, hikâyenin bir bölümünde daha önce de bahsetmiş olduğum yüksek ve ince kayalığın tepesi gözüküyordu. Daha çok bir çan kulesinin tepesine benziyordu bu; zirvesi, platoyla aynı seviyede olmakla beraber, aralarında büyük bir uçurum bulunmaktaydı. Üzerinde yüksek bir ağaç yetişmişti. Tepe ve zirve oldukça alçak sayılırdı -herhâlde 200 metre kadardı. Profesör Challenger bu ağacı işaret ederek:

      “Pterodactyl, işte tam bunun üzerinde tünemişti.” dedi. “Onu vurmadan önce kayanın yarısına kadar tırmanmıştım. Benim gibi iyi bir dağcı, kanımca kayanın tepesine kadar çıkabilir, ancak tabii ki yine de bunu başarmakla platoya daha yaklaşmış olamaz.”

      Challenger, pterodactyl’inden konuşurken ben de Summerlee’yi süzmekteydim; diyebilirim ki yüzünde ilk defa inanç belirtileri ve yumuşama okudum. Artık ince dudaklarındaki alaycı gülümseme yok olmuş, tam tersine yüzüne heyecanlı ve şaşkın bir ifade yerleşmişti. Challenger da bunu görmüştü ve zaferinin ilk belirtilerinin zevkini çıkarıyordu.

      Can sıkıcı alaycı tavrıyla:

      “Tabii, Profesör Summerlee, benim ‘pterodactyl’ derken aslında bir leylekten bahsettiğimi anlıyordur; yalnız tüyleri olmayan, vücudu deriyle kaplı, zarlı kanatlı ve çenelerinde dişleri olan cinsten bir leylek.” dedi.

      Sırıttı, göz kırptı, meslektaşı yüzünü çevirip uzaklaşıncaya kadar eğilip baktı.

      Sabahleyin kahve ve manyoktan oluşan tutumlu bir kahvaltıdan sonra -azığımızı idareli kullanmak zorundaydık- tepemizdeki platoya en uygun çıkış usulünü belirlemek için bir oturum yaptık.

      Challenger, âdeta kürsüdeki bir yüksek yargıç edasıyla başkanlık yaptı. Şimdi onu bir kayanın üzerine oturmuş olarak gözünüzün önüne getirin. Gülünç çocuk şapkası kafasının arkasına kaykılmış, küstah gözleri yarı açık yarı kapalı, göz kapakları ardından bizi hâkimiyeti altına almış ve ağır ağır şu anki durumumuzu belirledikten sonra nasıl hareket edeceğimizi anlatırken, kocaman sakalı bir aşağı bir yukarı oynayıp duruyor.

      Hemen altında da üçlü bir grup olan bizi görebilirsiniz. Güneşten yanmış, genç ve açık havada kamp yapmanın etkisiyle enerji dolu ben; ağzından düşmeyen piposuyla vakur ve eleştirici Summerlee; dikkatli gözlerini hevesle konuşmacıya dikmiş, tetikteki esnek vücudunu tüfeğine yaslamış, çakı gibi sağlam Lord John. Arkamızda iki siyahi melezle küçük bir yerli grubu duruyor, önümüzde ve tepemizde ise bizi hedefimize ulaşmaktan alıkoyan o koskoca, sarp kayalıklar grubu göğe yükseliyordu.

      “Son gelişimde tepeye tırmanmak için her çareyi denediğimi söylememe gerek yok; biraz dağcılık yönüm olduğundan, benim üstesinden gelemediğim bir yerde başka kimsenin şansı olduğunu zannetmiyorum.” dedi liderimiz. “O zaman dağcılık araç gereçlerinin hiçbirine sahip değildim, ancak şimdi onları getirme tedbirini aldım. Bunların yardımıyla ayrık tepenin zirvesine ulaşacağıma eminim ama ana kayalık dışa eğim yaptığından buraya tırmanmaya çalışmak nafile. Geçen gelişimde yağmur mevsimi yaklaştığı ve yiyecek stoğum tükendiği için acele etmek zorunda kalmıştım. Şartlar zamanımı kısıtlamıştı, ancak bulunduğumuz yerin doğusuna doğru altı millik bir alanı tarayabildiğimi söyleyebilirim. Tabii, çıkış için elverişli bir yol bulamadan. O hâlde şimdi ne yapalım?”

      “Yapacak bir tek şey var gibi gözüküyor.” dedi Profesör Summerlee. “Doğu tarafını araştırdığına göre, kayalığın etrafını batıya doğru dolanarak tırmanmaya elverişli bir nokta bulmalıyız.”

      “Evet, öyle.” dedi Lord John. “Büyük bir olasılıkla bu platonun o kadar büyük olmadığını göreceğiz; kolay bir çıkış yolu bulana dek bunun etrafını döneriz veya başladığımız yere geri dönmüş oluruz.”

      “Daha önce de genç arkadaşımıza anlattığım gibi…” dedi Challenger (Beni sanki on yaşında bir çocukmuşum gibi gösterme alışkanlığı vardı.), “Buraya çıkmak için kolay bir yol olması neredeyse imkânsız, çünkü o takdirde zirve tecrit edilmemiş olacak ve dolayısıyla yaşam mücadelesinin genel kanunlarına böylesine garip bir müdahaleyi ortaya çıkaran şartlar oluşmayacaktı. Bununla beraber, hantal ve ağır bir hayvanın aşağıya inemeyeceği bir bölgeden profesyonel bir kaya tırmanıcısının çıkabileceğini ve böyle bir nokta olabileceğini kabul ediyorum. Çıkış için uygun bir noktanın olduğu kesin.”

      “Nereden biliyorsunuz bunu, efendim?” dedi Summerlee çabucak.

      “Çünkü benden önce gelen Amerikalı Maple böyle bir çıkışı gerçekleştirdi. Yoksa defterine çizdiği canavarı nasıl görmüş olabilirdi?”

      “İşin burasında, biraz, kanıtlanmış gerçeklerin dışına çıkıyorsunuz.” dedi inatçı Summerlee. “Platonu kabul ediyorum çünkü gördüm fakat üzerinde herhangi bir yaşam biçimi olduğu konusunda tatmin olmuş değilim.”

      “Sizin neyi kabul edip neyi etmediğiniz gerçekten hiç önemli değil, bayım. Platonun varlığının kafanıza işlemiş olduğuna memnun oldum.”

      Sonra platoya döndü ve aniden hepimizi şaşkına çevirerek kayadan sıçrayıp, Summerlee’yi boynundan yakaladığı gibi yüzünü yukarı kaldırdı.

      “İşte, efendim!” diye bağırdı heyecandan kabalaşarak. “Platoda hayat olduğunu anlamanıza yardımcı olabildim mi?”

      Kayanın köşesinden kalın, yeşil bir çalılığın çıkıntı yaptığını söylemiştim. Buradan parlak siyah bir nesne uzanarak ortaya çıkmıştı. Yavaşça öne ilerleyerek uçurumdan aşağı sarkınca, bunun garip, kürek biçiminde kafası olan, kocaman, siyah bir yılan olduğunu gördük. Sabah güneşi, hayvanın kavisli, parlak kıvrımlarında ışıldarken, üzerimizde birkaç dakika kıvrılıp büküldü. Sonra da tekrar içeri dalarak gözden kayboldu.

      Hayvan, Summerlee’nin öyle ilgisini çekmişti ki bu birkaç dakika boyunca kafasını yukarı ittirmiş olan Challenger’a hiç itiraz etmeden, öylece bakakalmıştı. Şimdi silkinip, kendisini Challenger’dan kurtararak pozisyonunu düzeltti.

      “Eğer dikkatinizi çeken olayları çeneme yapışmadan anlatmanın bir yolunu bulabilirseniz çok memnun olacağım Profesör Challenger.” dedi. “Hatta çok basit bir kaya pitonunun görüntüsü bile böyle bir serbestliği mazur göstermez.”

      “Fakat ne derseniz deyin platoda yaşam var.” diye zafer edasıyla cevapladı meslektaşı. “Şimdi bu önemli sonuca ulaştığımıza ve ne kadar ön yargılı veya kalın kafalı olursa olsun herkes bu açık gerçeği anladığına göre, ben kampı hemen toplayıp bir çıkış yolu bulana dek batıya ilerlemekten daha iyi bir seçeneğimiz olmadığını düşünüyorum.”

      Tepelerin altındaki zemin kayalık ve kırık olduğu için ilerleme yavaş ve zordu, ancak aniden bize moral kazandıran bir şeye rastladık. Eski bir kamp yerinin kalıntılarıydı bu. Etrafında boş Chicago et konservesi