hemen odadan çıkın. Tartışmak için beklemeyin. Birçok kişi bu sebepten yaralandı. Sonrasında ise genel bir skandal oluyor ve bu da hepimize gölge düşürüyor. Herhâlde onu Güney Amerika hakkında görmek istemiyordunuz, değil mi?”
Bir hanımefendiye yalan söyleyemezdim.
“Aman Tanrı’m! Bu en tehlikeli konudur. Söyleyeceği tek kelimeye bile inanmayacaksınız, adım gibi biliyorum. Fakat bunu ona söylemeyin çünkü onu çileden çıkarıyor. Ona inanıyormuş gibi yaparsanız belki de kendinizi kazasız belasız bu işten sıyırırsınız. Buna kendisinin inandığını aklınıza getirin. Bundan kesinlikle emin olabilirsiniz. Dünyaya ondan daha dürüst bir insan gelmemiştir. Fazla zaman öldürmeyin yoksa şüphelenebilir. Eğer onu tehlikeli -gerçekten tehlikeli- bulursanız zili çalın ve ben gelene kadar oyalayın. En azgın zamanında bile genellikle onu kontrol edebiliyorum.”
Kadın, bu cesaret verici açıklamadan sonra beni, kısa konuşmamız boyunca bronz bir heykel gibi dikilen suskun Austin’a teslim etti ve Austin, koridorun sonuna kadar bana refakat etti. Bir kapıya vuruldu ve içeriden gelen bir boğa böğürtüsünden sonra profesörle yüz yüze kaldım.
Üzeri kitaplar, haritalar ve şekillerle kaplı geniş bir masanın ardında, döner bir koltukta oturuyordu. Odaya girince sandalyesini çevirerek bana döndü. Yüzünü görünce âdeta nutkum tutulmuştu. Garip bir görüntüyle karşılaşmaya hazırlıklıydım, ama böylesine aşırı bir garabetle değil. İnsanın nefesini kesen, her şeyden çok cüssesiydi; cüssesi ve heybetli varlığı. Kafası dev gibiydi, şimdiye dek bir insanda gördüğüm en büyük kafaydı. Silindir şapkası, giymeye cüret etsem, eminim ki bütün başımı içine alıp omuzlarımda biterdi. Kırmızı renkli suratı ve göğsüne inmiş kürek biçimi dalgalı sakalıyla bir Asur boğasını andırıyordu. Simsiyah sakalının neredeyse lacivert bir havası vardı. Kocaman alnına yapışmış, uzun, kıvrımlı perçemiyle saçları bir garipti. Kabarık siyah çalı gibi kaşlarının altındaki gözleri gri mavi karışımı, son derece berrak, son derece eleştirel ve son derece hükümrandı. Uzun siyah kıllarla kaplı, iki dev gibi elin dışında, kapı gibi geniş omuzlar ve varil gibi bir göğüs kafesi, adamın masanın üzerinde gözüken diğer kısımlarıydı. Bunlar ve gök gürültüsü gibi gürleyen, kükreyen bir ses, kötü üne sahip Profesör Challenger hakkındaki ilk izlenimlerimi oluşturuyordu.
“Eee?..” dedi en küstah bakışıyla gözlerini üzerime dikerek. “Ne istiyorsun?”
Oyunumu en azından bir müddet daha sürdürmek zorundaydım, yoksa konuşmanın sonu gelmişti bile.
“Benimle görüşmeyi kabul etmekle bana çok büyük bir iyilik yaptınız efendim.” dedim alçak gönüllülükle zarfını uzatarak.
Zarfı masanın üzerinden alarak önüne koydu.
“Ha, sen şu basit İngilizceyi anlayamayan toy delikanlısın, değil mi? Anladığım kadarıyla benim genel fikirlerimi destekliyorsun, öyle mi?”
“Tamamen efendim, tamamen!” diye vurguladım.
“Bak sen! Bu da benim konumumu epeyce güçlendiriyor, desene? Hele yaşın ve görünüşün, bana verdiğin desteği iki misli değerli kılıyor. Eh, hiç değilse Viyana’daki o domuz sürüsünden daha iyisin veya onların homurtusunu bile tek başına bastırıp hepsinden daha beter gürültü çıkaran o İngiliz domuzundan.”
Bahsettiği hayvanın şu andaki temsilcisiymişim gibi, ateş saçan gözlerle dik dik bakmıştı bana.
“Çok iğrenç davranmışlar.” dedim.
“Kendi savaşımın üstesinden gelebileceğimden emin olabilirsin ve senin acımana da hiç ihtiyacım yok. Evet efendim, yalnız başımayken ve arkamı da duvara verdim mi, G. E. C.’den mutlusu yoktur bu dünyada. Pekâlâ bayım, şimdi bakalım senin zaten hoşlanmadığın, benim için ise anlatılmayacak denli usanç verici olan bu ziyareti kısa tutmak için ne yapabiliriz. Anladığım kadarıyla tezimde öne sürdüğüm fikirler hakkında bazı yorumlar yapmak istiyorsun.”
Meseleye öyle şeytansı, doğrudan bir girişi vardı ki konuyu dolaştırmak zordu. Yine de oyuna devam edip daha iyi bir fırsat yakalamalıydım. Bu iş uzaktan nasıl da kolay gözükmüştü. Ah, o İrlandalı zekâm, böyle fena hâlde yardıma ihtiyacım varken neredeydi şimdi? Çelik gibi keskin iki gözüyle beni hipnotize ediyordu.
“Haydi, haydi!” diye kükredi.
“Ben, tabii ki basit bir öğrenciyim.” dedim ahmakça ve nafile bir gülümsemeyle. “Ve yalnızca hevesli bir araştırmacıyım, hepsi bu. Yine de bana, bu konuda Weissmann’a biraz katı davranmışsınız gibi geldi. O tarihten bu yana elde edilen kanıtlar acaba, şey yani… Onun pozisyonunu güçlendirmedi mi sizce?”
“Hangi kanıtlar?”
Tehditkâr bir sakinlikle konuşmuştu.
“Tabii, yani, kesin kanıt diyebileceğimiz bir şey olmadığının farkındayım. Ben aslında sadece genel bilimsel görüş açısına ve modern düşünüş akımına işaret etmiştim doğrusunu söylemek gerekirse.”
Büyük bir ciddiyetle öne doğru eğildi.
“Herhâlde…” dedi parmaklarının uçlarını kontrol ederek. “Kranyal indeksin sabit faktör olduğunun farkındasındır.”
“Tabii ki!” dedim.
“Ve telegoninin3 hâlâ tartışmalı olduğunun?”
“Şüphesiz!”
“Ve de döllenmiş hücre plazmasının partenogenetik yumurtanınkinden farklı olduğunun?..”
“Elbette!” diye haykırdım kendi cüretkârlığımdan zevklenerek.
“Peki, bu neyi ispatlar?” diye sordu yavaş ve teşvik edici bir sesle.
“Ah, öyle değil mi ya?” diye mırıldandım. “Neyi ispatlar ki bu?”
“Söyleyeyim mi sana?” dedi fazla cilalı bir sesle.
“Ne olur, söyleyin!”
“Bu, senin Londra’nın en adi üçkâğıtçısı olduğunu ispatlar!” diye kükredi ani bir öfke patlamasıyla. “Bilimle ilgisi ancak dürüstlüğü kadar olan rezil, aşağılık bir gazeteci sürüngen olduğunu!”
Gözlerinde deli gibi bir öfke parıltısıyla ayağa fırlayıvermişti. Bu gerilim anında bile, onun aslında oldukça kısa boylu birisi olduğunu fark ederek şaşırmaya zaman bulmuştum. Kafası ancak omuzlarıma geliyordu; muazzam enerjisi tamamen enine boyuna ve beyninin derinliklerine dek işlemiş bir cep herkülüydü sanki.
“Zırvalık!” diye haykırdı, parmakları masada, öne doğru eğilip suratını uzatarak.
“Seninle konuştuklarım bilimsel zırvalıktan başka bir şey değildi bayım! O fındık kadar beyninle benimle başa çıkabileceğini mi zannetmiştin? Sizi gidi cehennemlik yazıcı takımı sizi, her işe soyunabileceğinizi zannedersiniz, değil mi? Övgüler düzerek birisini adam edebileceğinizi, sonra da suçlayarak yerin dibine batırabileceğinizi sanırsınız, ha? Önünüzde saygıyla eğilip iyi şeyler yazmanız için uğraşmalıyız, değil mi? Bu adam keyfine baksın, diğeri sürünsün! Sizi gidi solucan sürüsü, topunuzu biliyorum ben sizin! Çizmeyi aştınız artık. Kulaklarınızı kırpma zamanı geldi de geçiyor bile, sizi fazla şişmiş gaz torbaları! Haddinizi bildireceğim hepinize! Evet bayım, G.E. Challenger’la başa çıkamadınız. Burada hâlâ sizin efendiniz olan bir adam var. Sizi uzak durmanız için uyardı ama hâlâ gelmeye devam ediyorsanız, Tanrı adına başınızın çaresine bakmaya da hazırlanın bakalım. Ödeşme zamanı. Sevgili Bay Malone, cezanı vereceğim senin! Tehlikeli bir oyun oynadın