dat – Ö. 4 Haziran 1933, İstanbul). Şair ve yazar, şiire, Galatasaray Lisesinde iken edebiyat öğretmeni Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun teşvikiyle başladı (1901). Fecr-i Âti topluluğuna katılarak şiirlerinin büyük bölümünü Servet-i Fünûn dergisinde yayımladı (1909-12). Mecmua-ı Edebiye, Âşiyan ve Muhit dergilerinde çıkan gençlik şiirleri dâhil, bu ilk dönem şiirlerinde Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit ve Cenap Şehabettin’in etkisindeydi. Daha sonra Dergâh dergisi çevresinde toplanan şairler arasına katıldı.
Dergâh’ta çıkan (1921-22) şiirleriyle edebiyattaki bağımsız kişiliği giderek belirginleşti. Ancak bu dönemde yayımlanan (gençlik dönemi şiirlerini almadığı) Göl Saatleri adlı şiir kitabında da dili ağırdır. İkinci ve son şiir kitabı Piyale’de olgunluk dönemi şiirleri toplanmıştır. Bu kitabın ayrı bir önemi, ön sözünde Ahmet Haşim’in şiir anlayışını (poetika) açıklamış olmasıdır. Ahmet Haşim bu ön sözde, şiirde anlamdan çok müzik ve söyleyiş güzelliğine önem verdiğini belirtir.
Ahmet Haşim, Türk edebiyatının en büyük şairlerindendir. Akşam şairi olarak ünlüdür. Empresyonist (izlenimci) anlayışın egemen olduğu şiirlerinde çok güçlü tabiat tasvirleri, renk ve ışık cümbüşleri, hayaller, göller, yalnızlık ve özlem duygularını, kendine özgü büyük bir ustalıkla anlatmıştır. Şiirlerinin yanı sıra fıkra yazılarındaki üslubunun parlaklığıyla da kendini kabul ettirmiş, bu yönüyle de döneminde ve daha sonra övgüler almıştır.
ESERLERİ:
Şiir: Göl Saatleri (1921), Piyale (1926)
Fıkra: Gurabahane-i Laklakan (1928), Bize Göre (1928), Ahmet Haşim Bütün Şiirleri (Zeynep Kerman ve İnci Enginün, 1987)
Gezi: Frankfurt Seyahatnamesi (1933)
Başlangıç
Bir nevi basübadelmevte1 mazhar olan ikdamın sanat ve edebiyat sütunlarına bakma vazifesini üzerime almış olmaktan utanıyorum. Bu hicap, edebiyatı yüz kızartıcı bir meşgale telakki ettiğimden ileri gelmiyor. Zira bilirim ki İngiliz milleti, Hint mülkünden ziyade Sheakspeare’iyle mağrurdur; bilirim ki İran, zalim bir güneşin yaktığı kısır topraklar üzerinde mevcut olmaktan ziyade, Hafız-ı Şirazi’nin nazmında, Behzad’ın resimlerinde ve seccadelerin renkli bahçelerinde yaşıyor; bilirim ki İspanya ne Alphonse’un ne de Primo de Rivera’nındır. Fakat kızıl karanfilli Carmen’in vatanı, ancak Greco ve Cervantes’indir. Hayır, edebiyattan değil karşısında şimdiden aczimi duyduğum kariden utanıyorum.
Gazetecilik, ticaret mahiyetini aldıktan sonra, kendisine “müşteri” ismi verilmesi daha doğru olan okuyucunun hoşuna gitmek gayretiyle gazeteler, tedricen sütunlarından “fikr”in bütün şekillerini süpürüp attılar. Atalete düşen güzel bir vücudu nasıl her taraftan yağ tabakaları kaplarsa, gazeteler de, bir taraftan yiyecek ve içecek ilanları, diğer taraftan metni tardeden resimlerin istilası altında kaldı. Dünya matbuatına göz atılınca hükmedilir ki, zamanımızda mide ve bağırsak, dimağdan çok daha şerefli birer uzuv payesini bulmuştur. Hatta iri göbekli insanların etrafımızda çoğaldığına bakılırsa, birçoklarının şimdi dimağlarını kemik mahfazasından çıkarıp karınlarında taşıdıklarına hükmetmek lazım geliyor.
Dimağ, haysiyetinden bu kadar kaybettikten sonra, hayati faaliyette insanın filden, karıncadan, leylek veya zürafadan hiçbir farkı kalmıyor.
Rabb’im! Her zevki tatmin edecek ve ismi yine “sanat ve edebiyat” olacak olan hacer-i felsefiyi nasıl bulmalı?
Gazi
Yeni harflere dair ilk defa fikir teatisi için Dolmabahçe Sarayı’na davet edilenler içinde Gazi’yi re’yülayn görmeye gidenlerden biri de bendim.
Heyecanım çoktu.
Fotoğraf adesesine zerre kadar itimadım yoktur. Binaenaleyh, fotoğraf aletinin keşfiyle portre ressamının vazifesine nihayet bulmuş nazarıyla bakanlara hak vermemek bence müşküldür. Şekil ve madde, ziyanın inikâslarına göre anbean tahavvül eder. Bu itibarla hiçbir çehrenin, evsafı muayyen, bir tek tecellisi yoktur. Fırça sanatkârı, tersim edeceği çehre üzerinde uzun müddet hayatın cezr ü meddini2 tarassut etmek ve onu birçok tahavvüllerinde zapteylemek suretiyle, nihayet hakiki hüviyetin gizli hatlarını sezmeye ve görmeye muvaffak olur. Fotoğraf, bu dimağı tahlil ve terkip kudretine malik değildir. Onun için, hassas cam üzerinde teressüm eden şekle bir vesika kıymeti izafe edilemez.
Gördüğüm fotoğraflara nazaran biraz şişman, biraz yorgun, biraz hututu kalınlaşmış bir vücutla karşılaşacağımı zannederken, kapıdan bir ziya dalgası hâlinde giren mütekasif bir kuvvet ve hayat tecellisi ile birden gözlerim kamaştı: Hadekaları en garip ve esrarengiz madenlerden masnu bir çift gözün, mavi, sarı, yeşil ışıklarla aydınlandığı asabi bir çehre… Yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi… Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar… Bütün zemberekleri çelikten, ince, yumuşak, toplu, gerilmiş, terütaze bir uzviyet.
Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi, eski ilahlarınki gibi, iğrenç yaşın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir hâlinde, köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir âlemin doğuşuna yol açan fikirler kaynağı baş, bir yanardağ zirvesi gibi, taşıdığı ateşe lakayt, mavi sema altında, samit ve mütebessim duruyor!
Kendi yarattığı şimşekli bulutlardan, fırtınalardan ve etrafına döktüğü feyizli seylabelerden yegâne müteessir olmayan, meğer onun genç başı imiş!
O günün benim için en büyük nimeti, o efsanevi başı yakından görmem olmuştur.
Bir Teşhis
Beş, altı seneden beri edebiyatımızın gösterdiği çıplaklık manzarası bütün fikir adamlarını düşündürse yeri var. Okuyup yazmanın halk arasında yayılması ve binaenaleyh okuryazar adedinin çoğalması nispetinde yazı hünerine arız olan bu yozlaşmanın anlaşılmaz sebepleri hakkında hayli şeyler söylendi. Felce uğrayan maalesef yalnız edebiyatımız değildir. Bu hüzal rengi, gizli bir hastalığın sarılığı gibi, ruh ve hayalin bütün bahçelerine sirayet etmekte ve bütün yaprakları, yer yer soldurup kurutmaktadır. Geçen gün Türk Ocağı’nın bayramında, bütün hüsnüniyetlere rağmen, saldîde ve yorgun iki sanatkârın ney ve sazından daha genç ve daha zinde bir şey dinlenilemediğine bakılırsa, musikide de artık sanatkâr neslinin tükenmiş olduğuna hükmetmek lazım geliyor.
Gerçi iyimserliği safvet derecesine vardıran bazı kalem sahipleri, hâlâ kısır çalı fidanları üzerinde taze güller görmekte ısrar etmektedir. Safdilliğin bu derecesi hakkında fikir beyan etmek, ancak tıbbın salahiyetine taalluk eder.
Bahsi dağıtmadan “edebiyat”a avdet edelim: On, on beş seneden beri aynı nağmeyi geveleyip durduğumuzun bariz alametlerinden biri, okuyucunun yeni eserlere karşı gösterdiği hayretsizlik ve alışkanlıktır. Bu muvaneset ancak âdet şekline inkılap etmiş bir hassasiyetin uysallığı değil midir?
Aksülameller, hiddetler, kinler ve gayzların durduğu bir fikir âlemi içinde, artık yeni hiçbir mahsulün vücut bulmadığında zerre kadar şüphemiz olmamalıdır!
Bahar
Mart başlayalı kırkını geçmiş nice tanıdıklarım hastalandı. Bazılarının bronşiti, bazılarının romatizması azmış. Baharın hastalıkları saymakla tükenmez ki… Mart güneşi, uzviyette çöreklenip yatan bütün yılanları uyandırıyor; toprağın yeniden gençliğe kavuştuğu bu mevsimde, hava, kuş cıvıltılarıyla beraber insan iniltileri ve hırıltılarıyla dolu. Dün neşeli bir kır köşesinden baharın bu iki zıt levhasını yan yana gördüm: Bir tarafta genç hayvanlar oynaşıyor, kuşlar uçuşuyor, taze dudaklar ağaç kütüklerinin siperinde, sonu gelmez buselerle öpüşüyor; diğer tarafta ise yaşlı hastalar, yorgun iskeletlerinin soğumuş kemiklerini güneşte ısıtmakla meşgul. Bahar bir muhasip gibi, hayata yeni kavuşturduğu mahlukatın adedini yaşayanların yekûnundan mütemadiyen tarh etmekte…
Ne