Ahmet Haşim

Bize Göre


Скачать книгу

attığı tırpan, kim bilir, tabiata karşı insan zaferini ne kadar geciktirmelidir!

İkdam, nu. 11115, 2 Nisan 1928

      Kürk

      Nereden geldiği ve nasıl başladığı meçhul bir kürk modası, İstanbul’un hemen bütün kadın tabakalarına sirayet etti.

      Bu moda, dedelerimizin ve ninelerimizin mahut3 kürkünü tersine çevirip sırtına geçirmek ve kurt veya goril gibi, iri cüsseli bir hayvana benzemek tuhaflığından ibarettir.

      Bu moda, o kadar taammüm etmiş ki, şimdi kastor mantosu olmayan hanımın hiç olmazsa kedi veya fare derisinden bir kürkü olmak icap ediyor.

      Tırnaklarını uzatıp sivrilten ve vücudunu baştan başa tüylü göstermek isteyen kadın, belli ki insandan gayri bir hayvana benzemek için uğraşıyor. Kadınlarda bu insan şeklinden uzaklaşma meylinin sebepleri ne olsa gerek?

İkdam, nu.11117, 4 Nisan 1928

      Süleyman Nazif’in Mezarı

      Süleyman Nazif’in geçen sene öldüğüne tabii hiçbirimizin şüphesi yok. Fakat bu şayan-ı hayret insanın, artık yaşamadığı fikrine alışmak da ne müşkül! Hâlâ, bize bir oyun yapmak için bir tarafta gizlendiğini ve nerede ise bir kapı arkasından sesinin gürleyeceğini zannediyorum. Ebedî kudretlerin hemcinsi olan bu adamın ölmesi, rüzgârın müebbeden durması gibi insana gayritabii görünüyor.

      Mamafih onu tanımış olanların bu dakikada vehmi ve hayali ne olursa olsun, Süleyman Nazif artık yaşayanların dünyasından uzak, yer altı âleminin sakinleri arasında bulunuyor. Koca bir değirmeni harekete getirmeye kâfi bir kudreti, bazen bir tek cümlenin zembereklerine sıkıştırmayı bilen o kasırgalar kardeşi, ihtimal şimdi topraklar altında ya bir zelzeleye inkılap etmiştir veyahut yarın yıldırımlarla gürleşecek koca bir çınar hâlinde fışkırmaya hazırlanıyor.

      Süleyman Nazif’in mezarı hâlâ yapılmamış. Bunu, mezar yapmak için bir heyetin yeni teşekkül ettiği haberinden öğreniyoruz. Elli altmış kuruş ufak para miras bırakmış olan bu büyük Türk edibinin mezarını bundan sonra da yapmasak pekâlâ olur. Bu gibi aç ölenlerin çürümüş kemiklerine mermerden bir köşk yapmaya kalkışmaktan ne çıkar? Sadaka ile dikeceğimiz iki taş, o tunç lisanın kendi sahibine yaptığı tannan mezardan daha güzel ve daha sağlam mı olacak?

İkdam, nu. 11118, 5 Nisan 1928

      Hemen Her Sabah

      Hemen her sabah gazeteyi açınca okuduğumuz klişe havadisten biri: “Filan mahallede filanın kızı, şu yaşta filan hanım, sevdiği gençle, şu veya bu sebepten dolayı evlenemediği için eline geçirdiği bir şişe tentürdiyotu, içmiş ya da kendini civar bir bostanın kuyusuna atmış, zamanında yetişilemediğinden ilh…”

      Aşkın zedelediği bin türlü talihsizler içinde en ziyade bu hiçe giden kurbanlara acımalı. Zira bu zavallılar bilmiyorlar ki, birbirleriyle evlenmemesi lazım gelenler varsa onlar da yalnız sevişenlerdir. Üstadım Gourmont’un dediği gibi; aşk ile izdivacı karıştırmamalı. Aşk yabani bir hayvandır. Kanunlar haricinde, isyan ve ihtilal dağlarında yaşar. Ancak gece, karanlıklar basınca gizli yollardan şehre girer ve bahçelerin tarhını, ağaçlı caddelerin kanapelerini altüst eder. İbadethanelerde her gün tel’in4 edilen aşktır. Hükûmetler, polis ve jandarmayı ona karşı silahlandırır. Hâlbuki izdivaç bir şehir müessesesi, bir emniyet tertibatıdır. At canbazhanelerinde musiki çalan ve fokstrot oynayan, dişi sökülmüş, tırnakları eğelenmiş, zararsız arslan, orman canavarına nazaran ne ise aşka kıyasen de izdivaç odur.

      Aşk geçici, izdivaç ise daimidir. İzdivacı aşkın devamı zannetmiş nice safdil çiftler, üç ay geçmeden dudaklarda ateşin söndüğünü görmüşler ve bir akşam, kendilerini karşı karşıya esner bulmaktan hayret etmişlerdir. Aşk değişmeyince ölür.

      En eski edebiyattan en yenisine kadar, her dilde, şiirin mevzusu zevce değil maşukadır, hayaller ve istiareler hep sevgilinin süzgün gözleri ve karanlık kirpikleri etrafında pervaneler gibi uçuşur. Kahramanı zevce ve mevzusu izdivaç olan hikâyeden daha tatsız ne olabilir?

İkdam, nu. 11121, 8 Nisan 1928

      Mecmualar

      Gazete idarehanesinde biriken edebî mecmuaların yapraklarını karıştırıyorum. Bunlar içinde saldîdeleri, gençleri ve henüz yeni intişara başlamış olanları var. Fakat kapları çevrilerek içindekilere göz atılınca, derhâl aralarındaki yaş farkları siliniyor ve hepsi de insana, yeknesak bir buruşuk çehreyle bakıyor: Aynı şeyleri aynı tarzda söylemek için bu kadar nesillerin birbiri arkasından gelmesine ne lüzum vardı?

      Bu mecmuaların sahifelerini açan kari sanki yanlışlıkla viranede bir bodrumun kapısını aralamış gibidir: Burun, keskin bir taaffün5 kokusuyla kırışıyor ve kulak, güya yer altına bir ölüyü gömmek ve ağlamak için toplanmış garip bir cemaatin iniltisi haşyetiyle dikiliyor. Bu keskin koku hangi leşten geliyor? Şiirden! Bu baykuş feryadını duyuranlar kim? Şairler! Her devrin şairleri!

      Bilmem bu muammayı nasıl halletmeli? Bizde manzum sözle konuşanlar içinde hiçbir genç ve sıhhatli insan yok mudur? Bunların hepsi de yaşlı, hasta, verem, sıracalı, kambur, kör ve topal mıdır ki, sesleri yalnız ahü enin perdesinden yükseliyor. Maşukaları onları kovuyor, nişanlıları bırakıyor ve su, gece ve mehtap kendilerini mütemadiyen ölüme çağırıyor?

      Şiir bu tarzda bir inilti olmakta devam ettikçe “şair” kelimesi, müthiş bir hastalığın ismi gibi, sıhhatli insanları elbette haşyet ve istikrahla titretecektir.

İkdam, nu.11125, 12 Nisan 1928

      At

      Baharda şu atlara ne oluyor? Bazı böceklerin ve kertenkelelerin, aşk mevsiminde, uzviyetlerinin zehirle dolduğunu biliyoruz. Acaba bahar atların da mı kanını zehirliyor? Senenin on bir ayı yumuşak başlı ve uysal olan at, bahar çayırından ağzına bir tutam ot alınca hassas, sinirli, ürkek ve tehlikeli bir hayvana dönüyor. En uzak ufukların arkasından gelen en hafif bir kısrak kokusunu duyar duymaz, bahar güneşinde renkli tüyleri pırıl pırıl yanan güzel başın burun delikleri korkunç bir iştiha ile açılıyor, kulaklar huniler gibi dikiliyor ve genç kişnemeler, baharı bir fırtınanın gök gürültüleri gibi, yeşil ovalarda uzun uzun akisler yapıyor. Aşk mevsimi müddetince, hemen bütün dört bacaklılar gibi bu zavallı asil hayvanın bir dakika rahatı yoktur.

      Şükretmeli ki insan, böyle muayyen bir aşk mevsimine tabi değil! Öyle olmasaydı, baharın kokuları havalara dağılır dağılmaz kuduracak insanın diş ve tırnaklarıyla yıkacağı medeniyete, her sene bahardan sonra yeniden başlaması lazım gelecekti.

İkdam, nu.11130, 17 Nisan 1928

      Erkekleşme

      İntiharlar tekrar çoğaldı. İhtiyarları açlık, gençleri aşk ölüme sevk ediyor. Gençler içinde kendini öldürenlerin büyük ekseriyetini erkekler teşkil ediyor.

      Şu hâlde: Erkeği, seve seve ölüme yollayacak derecede cinsî bir üstünlük ve kudrete malik olan kadının erkeğe, yani kendi esirine müsavi olmak ve benzemek için yaptığı bütün bu mezbûhâne gayretlerin sebebi delilikten başka ne olabilir?

      Altın gözlerin tılsımını ve mercan dudakların ateşini bir kâğıt çantasına, bir mürekkepli kaleme ve bir muşambalı pardösüye değişen asri kadınla beş on dakika, biraz yakından konuşmak, erkekleşme merakının kendisine ne pahalıya oturduğunu anlamaya kâfidir. İş kadını, –yazıhanesine erken gitmeye ve evine geç dönmeye mecbur olduğu için,