Harici
Üç dört seneden beri uzak kırlardaki çiftliğinde, arılar, inekler, keçiler ve tavuklardan müteşekkil dost bir hayvan çemberi ortasında yaşayan akil bir dostumu ziyarete gittim.
Şehirden tamamen uzaklaşan bu dostu, ilk bakışta tanımak müşkül oldu: Saçları vahşi bir inkişaf ile başını sarmış, rengi bakır kırmızılığı almış, dişleri uzamış, lehçesinde çetin sesler peyda olmuştu. Alnında ne hüzünden ne neşeden eser kalmıştı. Tabiat, dostumu temessül etmiş ve onu bir kaya parçasına döndürmüştü.
Tabiatın insana yapacağı en büyük iyilik, şüphe yok ki, cismi böyle haşin bir zerre ve içindeki ruhu da böyle bir çelik külçesi hâline getirmektir. Şehirlerin sarı derisini, kırların kızıl derisine değişmedikçe, güneşin ve toprağın kardeşi olmak kabil mi?
Derler ki: Aynı ağaçların, aynı tepelerin ve aynı semaların namütenahi bir tekerrüründen başka bir şey olmayan kır âleminin saadetleri, sırf şairane bir ibda eseridir. Filhakika, yaşama hünerindeki aczi yüzünden, şehirde mesut olamayan şair, Oktruva hududu haricinde bir cennet mevcut olabileceğini zannetmiş ve başkalarını da buna inandırmak için, asırlardan beri manzum sözün telkin kudretinden istiane etmiştir. Bu itibarla şairin kırı, olsa olsa kolay süt, ekmek, peynir ve bal temin eden bir çiftlik olabilir.
Fakat kır, hakiki kır, sert toprakla sert insanın boğuştuğu âlemdir.
Münekkit 6
Bir mühendisi, bir şairi, bir doktoru, hatta ismini bile ömrünüzde işitmediğiniz herhangi bir mesleğe mensup birini, hiç anlamadığınız bir işinden dolayı beğenir gibi olunuz. Derhâl bütün faziletler sizindir: Hayırhahsınız, zekisiniz, sevimlisiniz, terbiyelisiniz ilminize, irfanınıza hiç diyecek yok! Ağzınızdan düşürüverdiğiniz küçük ve mürai bir medhe mukabil sırtınıza geçirilen mutantan altın hil’ati bir an için kaybetmek ve yağmur altında bir çıplak gülünçlüğüne düşmek istemiyorsanız, sakın sözünüze en ufak bir kayd-ı ihtiyatının gölgesini düşürmeyiniz.
İşte rahat yaşamanın düsturu!
Hâlbuki her fikir otlağından, topal ve yaralı bir hayvan gibi, sopa ile, taşla, tekme ile uzaklaştırılan münekkit, hakikatte, insan zekâsının en müessir hadimlerinden biridir. Müstakbel şafaklara doğru yürüyen mevkibin ta önünde, ümidin bayraklarını dalgalandıran onun koludur.
Büyük üstadım Gourmont şunu der: Bütün canlı mahlukata nazaran insanın fâikiyetini yapan, istidatlarının tenevvüüdür. En zeki hayvan bir tek şey yapar, fakat onu mükemmel yapar: At, arka ayaklarıyla, Dempsey ve Carpentier’in yumruklarından daha mükemmel çifteler atar; arı, kimyahane fırınlarına, dolaşık inbiklere hiç muhtaç olmaksızın bir Berthelot dehasıyla balını süzer; örümcek, en usta bir dokumacı gibi hevaî tuzağının bitmez tükenmez tellerini örer. Fakat o kadar!
Hâlbuki bin bir sahaya dağılmış çalışan insan faaliyetinin mahsulleri, bizzarure nakıs ve muvakkattir. Hayvan, gayesine varmış duruyor, insan gayesini hâlâ aramakla meşguldür.
Herhangi bir sahada insanı artık daha ileriye gitmekten müstağni görenler, bilmeyerek, onu hayvan seviyesine indirmek isteyenlerdir.
Münekkit ise her beşeri marifetin hâlâ tekemmüle muhtaç olduğunu bağırmakla, her sabah, insana hayvan olmadığını hatırlatıyor.
Sinema
Boş vaktim oldukça sinemaya giderim. Yumuşak bir karanlığa gömülmüş, makinenin hışırtısını dinleyerek cismimin değil, ruhumun bir çetin yol üzerinde mola verdiğini hissederim. Karanlık, ölümün bir cüzzüdür. Onun için dinlendiricidir. Büyük dinlenme, bir zulmet denizine dalıp bir daha ışığa kavuşmamaktan başka nedir?
Sinemanın diğer bir fazileti de olgun yaşın, kafatası içinde bir deste deve dikeni gibi sert duran acıtıcı mantığı yerine, çocuk safdilliğini ve kolayca aldanış kabiliyetini ikame etmesidir. Rüya âlemi üzerine açılmış sihirli bir pencereyi andıran beyaz perdede koşuşan, dövüşen, düşen kalkan şu ahmak eşhasın tatsız tuhaflıklarından veya kovboy cündîliklerinden ya da harikulade hırsızlık vak’alarından başka türlü tat almak kabil olur muydu? İnsan safvetiyle tagaddi eden sinema edebiyatı, henüz kıymetsiz muharririn işidir. Resmi beyaz perde üzerinde kımıldayan şu rimel ile kirpiğinin her teli bir ok gibi dikilmiş güzel kadının gözünden damla damla akan sahte gözyaşları, zevkini ve akl-i selimini, şapka ve bastonuyla birlikte vestiyere bırakmayan adamı, teessürden değil, ancak can sıkıntısından ağlatabilir.
Sinema, böyle yormayan masum bir göz eğlencesi olarak kaldıkça, yorgun başın munis bir ilticagâhıdır. Her zevkini kaybetmiş ruhu, çocukluk tazeliğine kavuşturan bu karanlıkta, basit musiki, tatlı bir ninni vazifesini görür. Ben, en güzel ve en dinlendirici uykularımı sinemanın ipek yastıklar gibi başın arkasına yığılan yumuşak karanlıklarına medyunum.
Çingene
Dün bahar bayramı idi. Yani bayramların en tabiisi! Papatya, gelincik ve bülbül âlemi içinde, hayattan bir günün acılarını unutmak için, bütün şehir halkının şen bir kafile hâlinde döküldükleri yeşil istikametleri takip ederek Kâğıthane Deresi’ne indim. Bu mahzun ve karanlık vadide baharı görmek hayaliyle, tozlu ve dolaşık yollar üzerinde saatlerce taban tepmiş ve ter dökmüş olanların -her sene olduğu gibi- bu sene de kendi safvetlerine acı acı gülümsediklerinden şüphe etmiyorum.
Benim Kâğıthane’de aramaya gittiğim ne kuş ne de çiçek idi; sırf çingene görmek ve zurna dinlemek iştiyakıyla, şu sonu gelmez bir akşam alacalığının kederine müstağrak olan iki dağ arasına gittim. Çingene, insanın tabiata en yakın kalan güzel bir cinsidir. Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve fağfur dişli kır sakinleri, beşeri şekle istihale etmiş birtakım neşeli yeşil ağaçlardır. Çingene, bizzat bahardır. Çocukluğumda gördüğüm baharlardan bugün hatırımda kalan hayal yeşil, kırmızı, sarı şalvarlar giymiş, şarkı söyleyen ve el çırpan bir alay genç kız içinde, tahta zurnasını çalıp bu musikinin vahşi kahkahaları andıran müşabih akisleriyle yeşil vadileri uzun uzun inleten genç bir çingenedir.
Heyhat! Dün Kâğıthane Deresi’ne aksisedaya hâkim, yalnız bozuk fonograf sesleri idi.
Dinlenme ve Eğlenme Günü
Cuma gününe eğlence ve rahat günü denilmesine gülmeli! Bütün yiyeceği ve içeceği dolaplarda kilitlenmiş; odalardan kanepe ve koltukları kaldırılmış bir evde yiyip içmek, gülüp oynamak mümkünse, şu cuma gününün bir taun rüzgârıyla süpürülmüş gibi boşalan sokaklarında eğlenmek de ihtimal kabil olur.
Bu cuma günü, sabahleyin evimde düşündüm: Güneşin batacağı ve beni cumadan kurtaracağı saate kadar geçireceğim zaman, gözüme ayaklarımla çıkacağım sarp bir dağ tepesi gibi göründü. Moda sahillerini düşündüm: Sarı saçlı İngiliz sütninelerinin el arabalarında dolaştırdığı pembe çocukları seyretmekle geçirilecek bir günün zevki, bana, hiç de kâfi derecede cazip görünmedi. Bir dost evinde dedikodu, kahvelerin birinde bir fincanla karşı karşıya tefekkür veya Kızıltoprak kırlarında otlayan başıboş öküzlere refakat şıkları arasında bir karar veremeyerek nihayet İstanbul’a inmek için iskeleye koştum.
Yeni yanaşan vapurdan neşeli bir halk boşalıyordu. Köylüyü kaçıran zevklere kavuşmak üzere