Неизвестный автор

Alâeddin’in Sihirli Lambası


Скачать книгу

Dördüncü dehlize ulaştığında karşına bir kapı çıkacak, o kapıyı açarken yine kendi adını ve anne babanın adlarını söylemeyi ihmal etme. Bu dehliz, çeşit çeşit meyveleri olan ağaçlarla süslü bir bahçeye açılıyor. Burada yaklaşık elli cubit1 uzunluğunda bir yol var, o yoldan karşıya geçtiğinde geniş bir salona çıkacaksın. İşte bu salonun tavanından sarkan otuz basamaklı bir merdiven var. Bu merdivenden çık ve orada bulacağın lambayı içindekileri boşalttıktan sonra cebine koy. Lambanın içinde senin bildiğin türden yağ yok, onun için rahat ol. Dönüş yolunda ağaçlardan istediğini toplayabilirsin. Tabii ilk önce lambayı almış olman gerekiyor.” demiş.

      Mağribi, talimat verme işini bitirdikten sonra cebinden bir mühür yüzüğü çıkarmış ve Alâeddin’in parmağına takarak:

      “Oğlum, bu yüzük seni başına gelecek bütün kötülüklerden koruyacaktır. Tabii sana söylediklerimi yerine getirdiğin müddetçe… Hadi şimdi ayağa kalk ve merdivenlerden aşağı in. Bütün gücünü topla ve elinden gelenin en iyisini yapmaya bak. Hem korkacak ne var yahu? Sen artık kocaman adam oldun ve kısa bir süre sonra herkesin kıskanacağı büyük bir servete kavuşacaksın.” demiş.

      Bunun üzerine Alâeddin, mahzenin merdivenlerinden inmeye başlamış. Büyücünün bahsettiği altın dolu sandıkların olduğu dört dehlizi büyük bir ihtimamla geçmiş ve bahçeye ulaşmış. Bir müddet yürüdükten sonra da salona varmış ve merdivenlerden tırmanıp lambayı almış. Ateşini söndürdüğü lambayı, içindeki yağı boşalttıktan sonra cebine koymuş. İkinci kez bahçeye çıktığında ise ağaçların güzelliğini seyretmeye, kuşların Yaradan’ı tespih edişini dinlemeye dalmış.

      Delikanlı, telaşla lambayı bulmaya çalıştığından gelirken fark etmemiş buraların güzelliğini. Meğer bu ağaçların dallarından meyve yerine değerli taşlar sarkmaktaymış. Bu taşların âdeta şiir gibi bir güzelliği varmış. Çeşit çeşit renkleri ve insanın gözünü alan parlaklıklarıyla seyredilesi bir manzaraymış. Büyüklüklerine gelince, dünyadaki hiçbir sultan, bu irilikte mücevherlere sahip değilmiş. Alâeddin, ağaçların arasında yürüyerek bütün bu muhteşem şeyleri seyrediyor, gördükleri karşısında inanılmaz bir şaşkınlık duyuyormuş. Bu taşları iyice incelemeye koyulduğunda bir kez daha hayran kalmış; bunlar, paha biçilemez mücevherlerin yapıldığı taşlarmış. Elmaslar, zümrütler, yakutlar, inciler… Delikanlı hayatında görmemiş böylelerini. Hâlâ küçük bir çocuk olduğundan ne kadar değerli olabilecekleri hakkında hiçbir fikri yokmuş. Nihayet ceplerini bu taşlarla doldurmaya karar vermiş. Fakat şaşkın genç, bütün taşların camdan ya da billurdan olduğunu sanıyormuş. İlk başta gerçek meyveler olduğunu düşündüğü bu taşları yiyemeyeceğini anlayınca da:

      Ben de bu cam parçalarını eve götürür, onlarla oynarım, demiş kendi kendine.

      Böyle böyle bol miktarda taş toplamış, bütün ceplerini, kuşağını, sarığını doldurmuş. Taşıyabileceğinden bile daha fazlasını toplamış; fakat hâlâ bunların cam olduğunu düşünüyormuş. Sonra birden aklına amcası gelmiş ve aceleyle yürüyerek dehlizleri geçmiş. Amcası sandıklardaki altınlardan almasına izin verse de delikanlı dönüp bakmamış bile. Nihayet mahzenin merdivenlerinden çıkmaya başlamış; fakat tam da son basamağa geldiğinde yardım almadan çıkamayacağını anlamış. Bu basamak diğerlerinden bile daha yüksek görünmüş gözüne nedense. Mağribiye:

      “Amcacığım, bana elini uzat da tırmanayım.” deyince büyücü:

      “Oğlum, sen şimdi lambayı bana ver, yükünü hafiflet. Böylece rahatça tırmanırsın.” demiş.

      “Bana ağırlık yapan lamba değil ki! Lütfen elini uzat da çıkayım.”

      Tek amacı lambaya ulaşmak olan büyücü, Alâeddin’e ısrar etmeye başlamış; fakat delikanlı taşların ağırlığından dolayı lambayı uzatmayı başaramamış. Delikanlıya ısrar ederek boşa kürek çektiğini anlayan büyücü büyük bir öfkeye kapılmış. Zavallı Alâeddin lambaya uzanmayı başaramıyormuş oysaki… Delikanlı, mahzenden çıkar çıkmaz onu vereceğine dair yeminler ediyormuş, aklından hiçbir kötülük geçirmeden. Büyücü ise lambaya ulaşmaya dair bütün ümitleri tükendiğinden daha bir sinirlenmiş. Tütsüler yakıp sihirli sözleri söylemiş ve mahzenin mermerden kapağı kendiliğinden kapanmış. Sihrin etkisiyle her şey eski hâline dönmüş ve kapağın üzeri toprakla kaplanmış. Zavallı Alâeddin, dışarı çıkmayı başaramamış.

      Büyücünün tek amacı, Alâeddin’i kullanarak lambaya ulaşmakmış. Bunu başaramayınca da toprağı üzerine kapatarak delikanlıyı açlıktan ölmeye terk etmiş. Bu büyücü, doğma büyüme Afrikalıymış. Küçük yaşlardan itibaren sihirle, büyüyle uğraşırmış. Böyle böyle büyü sanatında uzmanlaşmış. Zaten böyleleri en iyi Afrika diyarında yetişir… Büyücülük konusunda her şeyi öğrenmek için çok okumuş, çok emek vermiş. Dile kolay kırk yıl… Tam kırk yıl boyunca öğrenilebilecek ne kadar sihirli söz varsa hepsini öğrenmiş. Günlerden bir gün, şeytanın ilhamıyla olsa gerek, Çin ülkesindeki Al-Kalas şehrinde bulunan gömülü bir hazinenin varlığından haberdar olmuş. Bu hazine öyle bir hazineymiş ki dünya üzerinde eşi benzeri yokmuş. Daha da önemlisi, mahzende bulunan sihirli lambaymış… Bu lambaya sahip olan adama hiç kimse galip gelemezmiş. İster dünyanın en zengin adamı olsun isterse en kuvvetli hükümdarı hiç kimse bu lambanın gerçekleştirebileceklerinin yanından geçemezmiş.

      Mağribi, yaptığı büyüler sayesinde, bu hazineye ancak ve ancak Alâeddin isimli bir delikanlının yardımıyla ulaşabileceğini anlamış. Bu genç, hazinenin bulunduğu şehirde yaşıyormuş ve oldukça fakir bir aileye mensupmuş. Büyücü, bu işin tereyağından kıl çekmek kadar kolay olacağını düşünüyormuş. Derhâl hazırlıklarını tamamlamış ve Çin diyarına doğru yola çıkmış. Alâeddin’i kandırdıktan sonra lambaya ulaşacağına eminmiş; fakat hesaplar altüst olmuş. Bütün ümitleri suya düşmüş, bütün emekleri boşa gitmiş. Bu sebepten, delikanlının ölmesinin en iyisi olacağına karar vermiş ve onu mahzende terk edip büyü gücünü kullanarak üstünü koca bir toprak tabakasıyla kapatmış. Zavallının öleceği onun umurunda bile değilmiş.

      Hain büyücü, Alâeddin’in yer altından çıkamaması ve lambayı kullanamaması için de büyü yapmayı ihmal etmemiş. Nihayet kendi ülkesine, yani Afrika diyarına geri dönmüş. Büyük bir hayal kırıklığıyla…

      Alâeddin’e gelince… Mahzen kapatılıp da karanlıkta kalınca hâlâ amcası olduğuna inandığı büyücüye bağırmaya, kendisini dışarıya çıkarması için yalvarmaya başlamış; ama bütün bu haykırışları nafileymiş, ona cevap veren olmamış.

      İşte tam da bu sırada büyücünün kendine oynadığı oyunu ve onun, aslında amcası olmadığını anlamış. Onun kötülük peşinde bir sihirbaz olduğunu düşünüyormuş. Zavallı genç, mahzenden çıkıp hayatına devam edebileceğine dair bütün ümidini yitirdiğinden ağlamaya başlamış. Yürekleri yakan acı bir ağlayış… Sonra ayağa kalkmış ve küçük de olsa bir ışık görebilme umuduyla etrafını şöyle bir yoklamış; fakat etrafında dört duvar ve karanlıktan başka hiçbir şey yokmuş. Büyücü, daha evvel geçtiği bahçeye çıkan yolu bile kapatmış sihir gücüyle. Dışarıya çıkabileceği hiçbir yol olmadığını görmüş Alâeddin. Artık bekleyebileceği tek şey ölümmüş.

      Alâeddin bütün kapıların, birazcık gezip rahatlayabileceği bahçe kapısının bile kapalı olduğunu görünce daha beter ağlamaya koyulmuş. Bütün ümidini kaybetmiş bir insanın çaresizliğiyle feryat ediyormuş. Bir süre sonra mahzene indiği merdivenlere oturmuş.