Burhan Cahit Morkaya

Aşk Politikası


Скачать книгу

      1. Bölüm

      Kemal Bey, pantolon askısının aşınmış lastiğini kopardı, fırlattı:

      “Ver şurdan benim bel kayışımı!” dedi. “Sağlam bir şey kalmadı ki!”

      Calibe Hanım gardırobun gözlerini aradı. Bel kayışını buldu.

      “Her şeyimiz eskidi. Dayanmıyor ki. Benim de korsemin lastikleri gevşedi, yenilenmek istiyor… Ha bak aklıma geldi. Necati para istiyor, spor ayakkabısı patlamış.”

      Kemal Bey sık sık nefes aldı. İstim koyveren bir lokomotif gibi fosladı.

      “Patlar zahir.” dedi. “Patlar zahir, öyle tabanı yanmış kalafatçı köpeği gibi koşacak ne var? Şişli’den Kilyos’a kadar yürüyecek ne var?”

      “Ne yaparsın Bey, sporcu değil mi?”

      “Sporcu, sporcu! Onun da bir usulü, erkânı var. Vaktiyle biz de sporculuk ettik amma her hafta bir çift fotin eskitmedik. Bunlar gün geçmiyor, kundura patlatıyorlar. Biraz da kafa patlatsalar, hiç olmazsa herkesin yanında mahcup olmazlar. Mısır’dan bahsederken Avrupa’nın en güzel yeri demezler. Alplerden konuşurken Hindistan’ın en yüksek tepesi deyip, âleme kendilerini gülünç etmezler.”

      Kemal Bey kravatını bağlıyordu. Calibe Hanım aşçının puslasını uzattı:

      “Bugün sabunumuz da bitti. Geçen seferki gibi biraz fazla al da kurusun, yaş sabun hiç dayanmıyor. Dün üç lira vermiştim, bak aşçı yetiştirememiş.”

      “Yetiştirememiş mi? Yahu evin içinde yağ var, şeker var, pirinç var, varoğlu var; yalnız ete, zerzevata üç lira yetmiyor mu? Ne yazmış, ne almış teres?”

      Küçük puslayı okudu: “Bir okka et 130, sekiz patlıcan 60, yüz dirhem peynir 30, komposto için yarım okka armut 30, börek için altı yumurta 20, iyi su 35, fasulye bir okka 39, yekûn 344.”

      “Vay, efendim vay, vay efendim vay. Yahu ailece Tokatlayan’da yemek yesek, yine bu kadar masraf olur. Bu herif muhakkak çalıyor. Çalıyor ama kim farkında?.. Mahtum Bey’in aklı fikri stadyumda. Has fırından ekmek çıkıyor ya, gel keyfim gel. Hanımefendi dersen terzi hesabı tutmaktan, mutfak hesabına bakmaya vakti yok… Herif bize kıvırcık fiyatına paçavra gibi maryayı yediriyor, on beş kuruşluk fasulyeyi, kırk diye yutturuyor. Yirmi lira aylığını elliye, altmışa getiriyor. Kimse farkında olmuyor. Buyurun bakalım işte bugün dört lira… Mahtum Bey’in kundurası yarına kalsın. Bir günde bu kadar para verirsem pek hafiflerim, yüz kere söylüyoruz ki; işler eskisi gibi gitmiyor, kriz var, işler durgun, ortalıkta para yok. Amma kime anlatırsın? Mahtum Bey, akşama kadar o meydan senin, bu meydan benim, koşu rekoru kıracağım, patlamada birinci geleceğim, madalya alacağım diye kundura patlatır. Aldığı madalyalar da para eder şey olsalar, yüreğim yanmaz. Paslı silik demir parçaları. Bunları spor mağazalarında düzinesiyle satıyorlar; bir lira verdin mi göğsünü baştan başa donatır, kendini dünya şampiyonu diye ilan edersin. O kadar zahmete ne lüzum var? Bunlar hep toyluk, tecrübesizlik amma neylersin, oğlan etrafından azıyor. Koskoca, aklı başında sandığım adamlar, şimdi sporcu, kulüpçü… Ömründe bir kedi kovalamamış, bir incir ağacına tırmanmamış, bir kavgada iki yumruk atmamış lapacılar, şimdi kulüp hamisi, yahut azası. Amma onların da başka dalavereleri var. Allah için de hükûmet gençliğe çok kıymet veriyor . Bütçesinden para ayırıyor, hiç tatlı olan yerden sinek eksik olur mu? Bu beyler de otuz beş derecelik bir spor hamisi görünüp gençlerin başına geçmek için yarış ediyorlar, ara sıra bedava Avrupa seyahatleri, kulüp ziyafetleri, nutuk irat etmeler, gençlerle resim çektirip gazetelerde halka görünmeler… Kendinden bahsettirmeler… Bunlar doğrusu hoş şeyler… Nerde benim mendillerim? Canım kaç kere söylüyorum. Bana şu masanın üstüne temiz iki mendil hazırlayın diye. Geçen gün mendil almadan çıkmışım. Bir dükkândan iki mendil aldım. Yeni mendil insanın yüzünü otalıyor… Necati bugün öğle yemeğinde görünürse söyle… Bizim Samatya’daki kiracıya gitsin; ayın haftası oldu, herif hâlâ para vermedi. İstesin… Sırık kadar adam oldu. Mektep yok, iş yok, bari böyle işlere yarasın.”

      Kemal Bey söylene söylene giyindi ve çıktı.

***

      Kemal Bey’in oğlu, Galatasaray’dan diploma alalı daha iki hafta olmuştu. Ele avuca sığmaz, akıllı ve haylaz bir gençti. Fransızcayı mektepten ziyade, Beyoğlu’nda ahbap olduğu Yahudi, Rum kızlarından öğrenmişti. Çatır çatır konuşuyor, fakat o Yahudi kızları gibi her satırında bir iki yanlış yapıyordu. Babası onun Fransızcası ile alay ederdi. Baba oğul haftada bir, on beş günde bir yemekte karşılaşırlarsa, Kemal Bey ağır fakat kusursuz Fransızcası ile ona sualler sorar, oğlunun yaptığı kaide hatalarını yüzüne vururdu, o da babasının, düşüne düşüne, ağır ağır söylediği Fransızcaya için için gülerdi.

      Bu yıl mektebi zahmetle bitirdi. Tarihi ve matematiği o kadar zayıftı ki; nasıl geçtiğine kendi de şaştı, arkadaşlarının çoğu gibi, o da dersten ziyade idmanla uğraşıyordu. Bahçede futbol, voleybol oynar, sınıfta tarih hocası Fransa inkılabını anlatırken, o arka sırada birkaç arkadaşı ile boş sigara kutularını baş parmakla delmek, çifte kurşun kalemini orta parmakla kırmak idmanı yapardı. Futbol takımının merkez muhacimi olan Necati’ye arkadaşları “pire” adını takmışlardı. Yüksek atlamada rekor daima ondaydı. Kafa vuruşları, otuz metreden şut çekişleri birer harika idi.

      Yarı talihin, tesadüfün, yarı hocaların yardımı ile mektebi bitiren Necati, iki haftadan beri gezip tozuyordu. Gürbüz, kuvvetli, çevik bir gençti. Başındaki saç kadar, peşinde kız vardı.

      Mektep biteli on beş gün olduğu hâlde, evinde kaldığı geceler bunun yarısı bile değildi. Çok defa sabahları geliyor, buz gibi duşun altına giriyor, şakır şakır yıkanıyor, sonra çırılçıplak yatağına uzanıp yatıyor, öğleye kadar tok bir arslan gibi uyuyordu.

      Calibe Hanım da Kemal Bey de oğullarının bu hâllerine alışmışlardı.

      Kemal Bey tecrübeli bir erkek gibi, oğlunu uslandırmak için derhâl evlendirmeyi tasarlıyordu. Elde, yakında münasip, dayısının kızı Aysel de vardı. Hele şu yaz sıcakları geçsin, kışa doğru işi ortaya atmak fena olmaz, diyordu.

      Niyeti, onu yazıhanesine almaktı. Kendisi esans üzerine iş yapıyordu. Avrupa’nın en meşhur lavanta fabrikalarının Türkiye vekili idi. Muntazam çalışmasını seven Kemal Bey, hem müşterilerine hem fabrikalarına o kadar emniyet getirmişti ki, muamele yaparken en yüksek itibarı gösteriyor, bir sözü ile siparişlerini kabul ediyorlardı.

      Necati’yi de bu tatlı, zahmetsiz ve aynı zamanda kârlı işe alıştırmak fena olmayacaktı. Son zamanlarda koku üzerine öyle iş oluyordu ki… Hemen her sokakta bir lavantacı dükkânı açıldı. Dükkâncılar, aldıkları esanslara fena ispirtoları karıştırıp türlü isimlerle kokular icat ediyor, yirmi kuruş sermayeli, kokulu ispirtoyu bir liraya satıyorlardı.

      Kemal Bey, oğlu için böyle düşünüyordu. Eylüle, ekime kadar Necati’yi serbest bırakacak, mevsim sonunda evvela yazıhaneye, sonra gerdeğe sokacaktı.

      Kemal Bey, en ziyade ağabeyi Hamdi Bey’in, oğlunun fikrini çelmesinden korkuyordu. Hamdi Bey ailenin, hayatı macera dolu ihtiyar bir çapkını idi. Hiç evlenmemişti. Ve elli beş yaşına geldiği hâlde, hâlâ ufak tefek çapkınlıklardan geri kalmıyor, akşamları Galatasaray’la Taksim arasında, bastonuna dayana dayana gezip, körpe, kıvırcık, pürneşe genç mektepli kızları seyrediyordu.

      Necati de amcasını çok severdi. Onlar âdeta bir mektep arkadaşı gibi konuşur, birbirlerine takılır, şakalaşırlardı. Kemal Bey tam evlendirip uslandıracağı sırada Necati’nin, amca beyin fikriyle büsbütün gemi azıya almasından korkuyordu.

      Evden çıkıp yazıhaneye gidinceye kadar hep bunu düşünüyordu.

***

      Necati, öğleye doğru stadyumdaki atletizm talimlerinden bitkin bir hâlde geldi. Bacakları, kolları, sert bir tünel kayışı gibi gerginleşen, göğüs kemikleri sayılacak kadar yağsızlaşan delikanlının yüzü bronz hâlini almıştı. Ter içinde idi. O hâliyle hemen banyoya koştu. Terden ağırlaşan spor fanilasını sırtından çekip fırlattı. Banyonun duş musluğunu çevirdi. Ve o kızgın vücudunu buz gibi soğuk su yağmurunun altına bıraktı.

      Calibe Hanım, oğlunun bu hareketlerine o kadar alışmıştı ki, hemen yeni gömlek, yeni çorap hazırladı.