Burhan Cahit Morkaya

Aşk Politikası


Скачать книгу

samimi aile içtimai, Kemal Bey’e, hayatında yeni bir devreye girmiş hissini veriyordu. O, şimdi yetişmiş oğlunun şerefine yapılan bu toplanışa riyaset etmekten gelen bir gururla, salondan salona geçiyor, hâline, tavrına biraz daha babayanilik vermeye çalışıyor; herkese kızım, evladım diye hitap ediyordu.

      Bu ziyafet aynı zamanda ne vakitten beri birbirini görmeyen aile azasını da bir araya topladığı için, büyüklü küçüklü herkes memnundu. Büsbütün kendi âleminde yaşayan Hamdi amca bile, bu aile içtimainden hoşlanmıştı. Geldiğinden beri viski çekiyordu.

      Babası, bugün kendi eliyle Necati’ye bira ikram etti. Onu, birkaç defa, burnunun ucunu görmeyecek kadar sarhoş görmüştü. Fakat bugün ilk defa kendi eliyle ona içki vermiş olmak salahiyetini kullanmak keyfine gidiyordu.

      “İç, koca oğlan iç bakalım, dedi. Bir bardak biradan bir şey çıkmaz.”

      Bugün için baba eliyle başlayan siftah o kadar uğurlu gelmişti ki; daha öğle olmadan Necati bir Taşdelen damacanası gibi çalkanıyordu.

      Aysellerin gelişi Hamdi amca ile Necati’nin büfe seferlerine biraz fasıla verdi.

      Calibe Hanım uzaktan oğluna işaret ediyor, misafirlere ikram etmesini, öyle manken gibi durmamasını anlatmak istiyordu. Necati biraz canlandı, dayısı rakı getirdi. Aysel’i büfeye çağırdı:

      “Haydi bakalım hanımabla, bira mı, viski mi, rakı mı, şarap mı, vermut mu ne istersin? Bugün ev gardenbar oldu. İstersen sana bir de kokteyl yapayım. Hem öyle iyisini bilirim ki; Amerikalılar kırk çeşidini yaparlarmış, ben kırk bir türlüsünü bilirim. Cin de var. Buz da var.”

      Aysel, onun meyhane miçosu gibi içkileri tarif edişine gülüyordu. Bu saf ve hilesiz çocuğun hâlleri onun hoşuna gidiyordu:

      “Pekâlâ, dedi. Son kırk birinci türlüden bir kokteyl yap da ben de biraz piyano çalayım.”

      Zaten ötekiler ısrar ediyorlardı. Genç kız zarif bir süratle piyanonun önüne oturdu. Hamdi amca:

      “Aman kızım, alaturka olsun.” diye yalvardı. “Bizim apartmanda altlı üstlü alafranga çalıyorlar. Bıktım, usandım. Hem de şöyle eskilerinden bir şey çal kuzum.”

      Kemal Bey, yuvarladığı rakının üstüne bir dilim armut yamayarak latife etti.

      “İhtiyarlık bu, insan yaşlandıkça böyle, gençliğine ait havaları dinlemek ister.”

      Amca öksürdü:

      “Gönül taze olduktan sonra yaşın ne kıymeti olur. Elli üç yaşındayım ama etrafı hâlâ gül pembe görürüm. Sonra… Haydi ne ise, çoluk çocuk yanında söyletmeyin beni. Oğlum Necati, şuradan bana bir viski daha uçur bakalım.”

      Aysel, piyanoda amca beyin meşrebine göre eski bir şarkıya başlamıştı.

      Artık aile yuvasının neşesi kemaline gelmişti. Hepsi gülüyor, konuşuyor, şakalaşıyordu. Nedim Bey, Necati Bey’e:

      “Seni yanıma alayım, kâğıt, kalem inhisarının istikbali çok parlak, para kazanırsın.” diyordu. Hamdi amca:

      “Ne münasebet!” dedi. “Necati, olsa olsa ispirto inhisarına memur olur.”

      Babası hafif tertip keyiflenmişti. İlave etti:

      “Fena olmaz. Talihi varsa, şarap tetkikatı için Avrupa’ya da gönderirler. Gençliğimizde böyle memuriyetler yoktu. işi ticarete döktük. Şimdi Allah için memurlara o kadar iyi bakıyorlar ki; Avrupa’ya seyahat bile var.”

      Hamdi amca, rahatı yerinde, kimseye minneti olmayan insanlara mahsus bir laubalilikle sesini yükseltti:

      “Yok efendim yok. Memuriyette ne olsa insan kabiliyetini gösteremez. Ben öyle büyük memurlar tanırım ki; eğer vaktiyle serbest işe girmiş olsalardı, dehşetli zengin olurlardı. Memuriyet bana kalsa otomobile binip de yavaş gitmek gibidir. Yavaş gidecek olduktan sonra beygir arabası neyine yetmez. Hayat bir yarıştır. Yarış heyecanlıdır. Bu zevki, bu heyecanı duymadıktan sonra yürümek, yerinde saymaktan farkı olmaz ki!”

      Yaşı elli beşi bulan Hamdi amcanın bu fikirlerine hepsi gülüştüler. Kemal Bey:

      “Hâlâ mı amca bey hâlâ mı?” dedi. “Bu yaşa kadar hep koştun, hâlâ yorulmadın mı?”

      O, viskinin kalanını boşaltarak cevap verdi:

      “Ne demek efendim, yorulmak demek; bitmek, yok olmak demektir. Dünya, Galata Tüneli gibidir. Bir deliğinden girip ötekinden çıkıncıya kadar bütün ömrümüz geçer. Bu kısa yolda ne kadar gülersek o kadar yaşarız. Ağladığımız, sıkıldığımız günleri hayattan çıkarırsak geriye ne kalır ki?

      Bu mütalaya Aysel de iştirak etti:

      “Vallahi doğru amca bey… Asıl neşeli günlerimizi sayacak olsak ömrümüzün bir ayını doldurmaz.”

      Hamdi amca bir şey hatırlamış gibi sabırsızlandı:

      “Size bektaşi dedesinin fıkrasını anlatayım, ister misiniz?”

      Hep birden cevap verdiler:

      “Aman anlat, anlat amca bey.”

      Yeni dolan viski bardağını yarıladıktan sonra amca bey anlattı:

      “Dedenin biri, şark vilayetlerinde seyahat ediyormuş. Yolu bir kızılbaş köyüne rastlamış. Akşam üzeri köye yaklaşırken mezarlığın yanından geçmiş. Sofuluğu tutmuş, şunlara bir fatiha okuyayım, demiş. Dede fatihasını okurken gözü mezar taşlarına ilişmiş, garip garip yazılar… Okumuş, birinde ‘Üç gün yaşayıp vefat eden Ahmet Ağa’, birinde ‘Yedi gün yaşayıp ölen Hüseyin Efendi’, birinde ‘On gün yaşayıp vefat eden İmam Riza Efendi! yazılı.”

      Bu tarihlerden bir şey anlamayan dede merak etmiş. Köye girince doğru kahveye varmış. Ağalar, dedeyi ağırlamışlar, yedirip içirmişler, çubuklarını tellendirirken sormuşlar:

      “Dedem nereden gelip nereye gidiyorsun?

      “Garp’tan geldim, Şark’a gidiyorum.” demiş. “Erenlerin sağı solu olmaz. Nerede akşam, orada sabah.”

      Ve köylünün daha başka şey sormasına meydan vermeden hemen ilave etmiş:

      “Kuzum ağalar, köyünüze gelirken yolum mezarlıktan geçti, rahmetlilere bir fatiha okuyayım dedim. Bir de baktım, mezar taşlarında, üç gün yaşayıp ölen filan ağa diye yazılar var. Bundan bir şey anlamadım.”

      Köylüler susmuşlar. Aksakallı zeki bir ihtiyar cevap vermiş:

      “Sana malum olması lazımdı, dedem. Biz fena günlerimizi yaşamaktan saymayız. O gördüğün mezar sahiplerinin her biri altmış, yetmiş sene yaşamışlardır. Fakat bütün ömürlerinde ancak beş günü, on günü ağız tadıyla kasavetsiz geçirmişlerdir. Onun için taşlarına öyle yazılıdır. Mesela ben seksen yaşındayım, ömrümde on iki gün mesut yaşadım, ölürsem böyle yazılacak.”

      Bu cevabı alan dede tekke köşelerinde, köy kahvelerinde sürünerek geçen ömrünü düşünerek teessürle cevap vermiş:

      “Erenler!” demiş. “Benim adım Ali, babamın adı Veli. Bu gece köyünüze misafirim. Fakat bir emri hak vaki olursa ‘Hiç yaşamadan vefat etti.’ diye yazın e mi?”

      Amca beyin hikâyesi, o kadar hoşa gitti ki hep birden kadehlerine sarıldılar:

      “Ah ne doğru ne doğru, aman içelim, içelim, gülelim.”

      Ve zaten çok samimi bir yol alan aile eğlentisi, bütün neşe ve harareti ile devam etti.

      Calibe Hanım, oğlu ile Aysel arasında bir gönül davası açmak ve iki gencin birbirine uygun bir çift olduklarını,