Burhan Cahit Morkaya

Aşk Politikası


Скачать книгу

Bunlar aç karnına iştihalı bir sofraya oturmuş pehlivanlara benzerler. İlk hamlede ağızlarını şapırdatıp, avurtlarını şişirerek boğazlarına kadar tıkabasa yerler, şişerler ve sonra yavaş yavaş açıldıkça yemeklerin çeşitlerini, cinsini beğenmez olurlar. Evlilik, ilk zamanlar böyledir, ilk kadının kokusu, sıcaklığı, sesinin ahengi, yürüyüşünün kıvraklığı, her şeyi erkeği mest eder. Gırtlağına kadar mesut olduğunu zanneder. Sonra tabiattaki bütün eşya gibi manzara durgunlaşır, renk bayağılaşır, yürüyüşünün kıvraklığı kaybolur, sesinin ahengi umumileşir ve artık gönül dolduran o genç, güzel, kokulu, lezzetli hayat arkadaşı; mesela duvarları süsleyen çerçevesi çarpık, boyası silik bir karlı dağ lavhası gibi görünür.

      Eskilerden biri kadını yemek listesine benzetmişti. En güzel yemeklerin bütün bir hafta hiç değişmeden listeye girmeleri, en aç insanlara bile nasıl dudak büktürecek, iştihasızlık getirecek bir sebepse, aynı kadının bir yıl, on yıl hayatına karışması o kadar usanç getirecek bir felakettir derdi.

      Bana kalırsa kadın meraklı, heyecanlı, insana bazen aşk buhranları duyuran, bazen hayatı bir ebedî çiçek bahçesi gibi sevdiren feerik bir filmdir. Bunu bir kere seyretmek insanın ruhuna, sinirine ve kemiğine kadar lezzet ve heyecan verir. İkinci defa temaşasında bu lezzetin yarısı erimiştir. Üçüncü bir defası dayanılmaz bir işkencedir… Sorayım sana, şimdiye kadar seyrettiğin en fevkalade filmler içinde, bir ikinci defa temaşasını arzu ettiğin var mıdır? Mamafi, bu da telakki ve görüş meselesi.”

      İngiliz muharrirlerinden biri: ‘Cennette evlilik yokmuş. Pek tabii, çünkü izdivaçta cennet yoktur.’ diyor. Hele ‘Shakespeare’in izdivaç için verdiği hüküm müthiştir. Bu dâhi:

      ‘Erkekle kadının müştereken yaptıkları belahetin en büyüğü izdivaçtır.’ diyor.

      Ama bunlar, anormal insanların kanaatleridir. Büyük bir dâhi böyle söyledi diye, milyarlarca insan evlenmek fikrini değiştirmemiştir. Bu bir hürriyet ve zevk meselesidir. Hürriyetini çok isteyen, nefsinden fedakârlığa razı olmayan erkek, evlilikte saadet bulamaz. Çünkü birleşen hayat iki tarafın da hürriyetinden en etli filetoluk tarafını keser, alır. Geriye kemik ve sinir kalır. Sinirin sağlamsa dayan artık!.. Hatırıma geldi. Yine İngiliz muharrirlerinden biri: ‘İzdivaç dilimizle bağladığımız bir düğümdür ki sonra dişimizle koparmaya çalışırız.’ demiş, yalan değil.

      Ne olursa olsun, şunun bunun hükmüyle yaşanmaz; doktor her hastaya aynı ilacı vermiyor ki… Sen kendini yokla, tart, düşün, karar ver.

      Rusların bir söz temsili vardır. Tam sırasındadır; Ruslar:

      ‘Denize çıkarken bir kere, muharebeye giderken iki kere, evlenirken üç kere düşünmeli.’ derler. Evlenmenin ne mühim olduğunu anladın değil mi?

      Bizim ediplerimizden birinin, eski süslü ifadesiyle söylediği bir cümle ezberimdedir. Sırası gelmişken onu da ilave edeyim. Bu edip diyor ki: ‘Gelin odası, cehenneme açılan süslü bir intizar salonudur.’ ”

      Amca beyin ara sıra vermutla dudaklarını ıslatarak sayıp döktüğü bu kuvvetli felsefeler, Necati’yi evlenmek fikrinden benzin pedalına basılmış bir yarış otomobili gibi kaçırıyordu. Son cümle delikanlıyı güldürdü:

      “Bu salona girmek tehlikeli iş amca.” dedi. “Dünya cennetinde yaşamadan, cehenneme gitmeye niyetim yok!”

      Eski bekâr, memnun, yalan davayı kazanmış cerbezeli bir avukat gibi pürneşe devam etti:

      “Evlenmek, karpuz seçmek gibidir.

      Dudakların hararetten yanar, için sıcaktan tutuşur, canın serin, leziz bir şey çeker. Bu ihtiyacı yol üstü bir yerden rastgele seçip beğendiğin bir meyve ile teskin et. Fakat dikkat et, bu meyve kabuklu olmasın! Sonra ya kabak çıkar, ya kokmuş. Kadın erkek münasebeti, kesmece pazar usulü olursa baş ağrıtmaz. Fakat dilini tutar, gözünü kapar da alırsan üstünde kalır. Artık Arnavut’un peynir diye sabun alıp yediği gibi, sen de apursa da köpürse de yemeye mecbur kalırsın! Ama diyeceksin ki şimdi, eski usul evlenme yok, görüşme, tanışma, anlaşma var. Var ama; gel gelelim bu kadınların içleri de yüzleri gibi bir kararda, bir renkte durmaz.

      Sabahleyin evden siyah saçlı, kara kaşlı, beyaz yüzlü çıkan kadın kuaföre uğrayınca, evine kızıl saçlı, kumral kaşlı ve hülyalı bir çehre ile dönüyor. Kocaları bile karılarını tanımıyor.

      Yüzlerin böyle kalıptan kalıba girdiği zamanda, gönüllerde neler neler olmaz! Zaten ben sana bir şey söyleyeyim mi, şimdi kadınlar âdeta erkeklere rakip oldular. Eskiden kadın ailenin dahiliye nazırı idi. Şimdiki kadınlar, Sinyor Musolini gibi Hariciye, Harbiye, Ticaret, Maliye nezaretlerini de elimizden aldılar. Eskiden erkeğin geliri, gideri hesabı, kitabı, bilançosu kendine malumdu. Bütçenin amiri, itası kendisi idi. Şimdiki kadınlar, divanı muhasebat gibi her hesabı kontrol ediyorlar. Sen dışarda keyfin için bir masraf yapmak istersen yapamazsın. Divanı muhasebat, hiç olmazsa tahsisatı mesture kabul eder. Bunlar, fasıldan fasıla hesap geçmesine bile müsade etmezler. Ama kendi arzuları için ne maddeleri yıkar, ne fasılları altüst ederler. Yaz gelir, hanıma pilaj takımı lazım olur. O fasılda para yoksa, haydi efendim ev kirası faslına müracaat. Sen artık mal sahibini oyalamak için tatlı tatlı dil dök… Kış gelir, hanımefendiye kürk manto lazım olur. Fasılda para yok, haydi efendim odun kömür faslından nakil. Çünkü amiri ita o!..”

      Garson beşinci, altıncı vermutları getirmişti. Amca bey içtikçe neşeleniyor, neşelendikçe yıllardan beri kafasını dolduran düşünceleri, tıpası çekilmiş bir bostan havuzu gibi boşaltıyordu.

      O akşam Maksim’de arkadaşlarının bir yemeğine davetli olan Necati, kalktı. Mazeretini söyleyerek amcasından müsaade aldı. Delikanlı şapkasını giyerken:

      “Çapkın!” dedi. “Hamdi amca, kim bilir ne kadar eğleneceksin, nasıl Maksim’de güzel parçalar var mı?”

      “Tek tük, sen uğramıyorsun amca.”

      “Bu gece niyetim var. Yemekten sonra şöyle bir uğrarım.”

      Ayrıldılar.

***

      O akşam Maksim’de dört arkadaştılar. Adana taraflarında arazisi günlerce devam eden çifliklere sahip zengin bir babanın oğlu olan Macit, arkadaşlarına veda ziyafeti çekiyordu. Fütürist ve kübik fenerlerle, kolonlarla süslenen barın, cazbanda yakın bir masasını işgal eden dört genç, yemeye rakı ile başladılar. Hepsinin başında yirmi yaşın o deli rüzgârı esiyordu. Kahkahalar birer havai fişek gibi yükselip yükselip barın tavanlarında saklanıyor, öteki masalarda yemek yiyen kadınlı erkekli gruplar, bu neşe ve şetaret saçan, genç, gürbüz arkadaşlara gıpta, haset ve zevkle bakıyorlardı.

      Arkada iki üç masa, ilerde bar artistlerinden ikisi sigara içiyorlardı. Macit onları işaret ederek arkadaşlarına fısıldadı:

      “İster misiniz? Davet edelim, yemeği beraber yeriz.”

      Ziyafet sahibinin bu teklifi, zaten kaplarına sığmayan misafirleri o kadar sevindirdi ki önlerindeki kadehleri bir hamlede boşalttılar.

      “Peki kim yapacak bu daveti?” dedi Macit.

      Sporcu, haşarı şeylerdi. Fakat, bu hayata yeni alışıyorlardı. İçkinin yardımı olmasa, belki bu davetten sıkılacaklardı bile. Fakat damarları gergin bir yay gibi sertleşmiş, başları şeytani düşüncelerle kıvılcımlanmıştı. Küçük bir tereddütten sonra Necati kalktı:

      “Şimdi!” dedi. “Ben yaparım.”

      Ve pişkin, alışkan görünmeye çalışan bir tavırla kadınlara yaklaştı. Eğildi, Fransızca:

      “Matmazeller!” dedi. “Ben ve arkadaşlarım, yemeği beraber yemek