ur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken iki kardeş yaşarmış Fars diyarının uzak bir köşesinde. Birinin adı Kasım’mış, diğeri ise Ali Baba adıyla bilinirmiş. Babaları vefat ettiğinde iki kardeşe çok az miras bırakmış. İki kardeş bu mirası kendi aralarında hakkıyla bölüşmüşler. Ama insanoğlu bu, işin içinde para olunca bir türlü rahat durmaz yerinde… İkisi de babalarından kalan mirası harcayıp tüketmekte gecikmemişler. Büyük oğlan, varlıklı bir tüccarın kızını eş almış kendine. Kayınpederi Hakk’ın rahmetine kavuşunca da esaslı bir servete kavuşmuş bizimki. Genişçe bir dükkânda bulunan çeşit çeşit değerli mallar, depolar dolusu pahalı malzemeler, sandık sandık altınlar… Daha neler neler… İşte böyle, Kasım kısa sürede zengin, tanınan bir adama dönüşmüş. Ali Baba’ya gelince… Fakir ve muhtaç bir kadını eş seçmiş kendine. Küçük, harap bir kulübede binbir zorlukla yaşarlarmış. Ali Baba ormandan topladığı dal parçalarını eşeklerine yükleyip şehre getirir, sonra da pazara götürüp satarmış.
Ali Baba, her zamanki gibi topladığı kuru dalları hayvanlarına yüklemiş ve şehrin yolunu tutmuş o gün. Bu sırada bir toz bulutu ilişmiş gözüne. Dikkatlice baktığında toz bulutu sandığı şeyin kendisine doğru dörtnala yaklaşan atlılar olduğunu anlamış. Bu manzara Ali Baba’yı çok korkutmuş. Kendisine yaklaşan bu kişilerin eşkıya olmasından endişe ediyormuş. Hayvanlarını kaybetme korkusuna bir de can derdi eklenince müthiş bir dehşet duygusunun içinde buluvermiş kendini. Bir anda kaçmaya başlamış Ali Baba; ama adamlar kendisine o kadar yakınmış ki ormandan çıkmayı gözü kesmemiş. Hayvanlarını çalıların arasına saldıktan sonra görebildiği en büyük ağaca tırmanmış. Koca bir kaya parçasının arkasında bulunan bu ağacın tepesinden her yeri görebiliyormuş hiç kimseye fark ettirmeden. Güçlü kuvvetli atlılar irice bir kaya parçasının önüne gelerek atlarından inmişler. Onlara dikkatlice bakan Ali Baba, yüzlerinden ve hareketlerinden, hepsinin eşkıya olduğunu anlamış. Buraya yağmaladıkları kervandan elde ettikleri ganimeti getirmiş olmalılar, diye düşünmüş. Toplamda kırk kişi imişler.
Ali Baba, haramilerin atlarından inerek heybelerini yanlarına aldıklarını görmüş. Haramibaşı olduğu her hâlinden belli olan adam, dikenli çalıların arasında güç bela ilerledikten sonra nihayet durmuş ve tuhaf bir söz söylemiş:
“Açıl susam açıl!”
Bunun üzerine mağaranın önünü kapatan devasa taş açılmış. Bütün haramiler koşa koşa içeri girmiş, reisleri de arkalarından. Onlar içeri girdiği zaman mağaranın önündeki taş, kendiliğinden kapanmış…
Bütün bunlar yaşanırken Ali Baba, kuş gibi tünediği ağaçtan seyrediyormuş her şeyi. Kendisini öldürmelerinden korktuğu için aşağı inecek cesareti bulamıyormuş. Nihayet aşağı inerek atlardan birine binmeye ve eşeklerini bulmak için yola koyulmaya karar vermiş; fakat bir anda açılan mağara kapısı, onu bu fikrinden vazgeçirmiş. Haramibaşı mağaradan ayrılan ilk kişiymiş; adamlarının da dışarı çıkmasını beklemiş ve eksik var mı diye onları saymaya koyulmuş. Sayılarının tam olduğunu görünce de mağaranın önüne gelerek sihirli sözleri söylemeye başlamış:
“Kapan susam kapan!” İşte bu sırada mağaranın ağzı kapanmış. Bütün haramiler bir araya toplanmış, heybeleri yanlarına asmış, atlarını dizginlemiş ve reislerini takip ederek geldikleri yönden geri dönmüşler.
Ağaca tünemiş bir vaziyette bekleyen Ali Baba onların gidişini izlemiş. Zavallı hepsinin iyice uzaklaştığına ikna oluncaya dek de ağaçtan inmemiş. İçlerinden biri gelir de kendisini görür diye çok korkuyormuş çünkü. Kendi kendine, “Şu sihirli sözleri bir de ben söyleyeyim hele. Bakalım kapı açılacak mı?” demiş.
“Açıl susam açıl!” diye bağırmış. Bunun üzerine mağaranın önünü kapatan taş açılmış ve Ali Baba içeri girmiş.
Mağaranın içi oldukça genişmiş. Çatıya benzeyen yukarıdaki kısmından ise ışık gelmekteymiş. Ali Baba’nın görmeyi umduğu tek şey, karanlık bir inmiş hâlbuki… Burası envaiçeşit malzemeyle doluymuş. Yığın yığın ipek kumaşlar, nakış işlemeli dokumalar, değerli halılar, daha neler neler… Üstelik mağarada altın ve gümüşle dolu sandıklar da varmış ki insanın aklı hayali durur. Ali Baba böylesine bir servetin uzun yıllar süren bir birikimin eseri olduğunu düşünmekteymiş.
Ali Baba mağaradan içeri girdiğinde kapı üzerine kapanmış; fakat o, sihirli sözleri iyice ezberlediği için en ufak bir rahatsızlık bile duymuyormuş. Etrafındaki değerli mallar hiç de dikkatini çekmemiş Ali Baba’nın. O, sadece altın dinarlarla ilgilenmekteymiş.
Hayvanlarını bulduktan sonra taşıyabileceği kadar bol miktarda altın dinarı onlara yüklemiş. Üzerlerini de dal parçalarıyla kaplamış ki hiç kimse altınların varlığından şüphelenmesin. Nihayet: “Kapan susam kapan!” demiş ve kapı kapanmış. Kapının açılıp kapanmasını sağlayan büyü o kadar tesirliymiş ki bu sihirli sözleri söylemeyen birinin içeri girmesi imkânsızmış. İçeri girenlerin üzerine kapanan bu kapıya ancak ve ancak sihir yoluyla hükmedilebilirmiş.
Ali Baba müthiş bir süratle, yüklü eşekleri ile beraber evinin yolunu tutmuş. Evin avlusuna girer girmez derhâl kapıyı arkasından kapatmış ve dalların altına sakladığı altınları karısına götürmüş. Onları yoklayıp da gerçek altın olduğuna ikna olan kadın, kocasını azarlamaya, yaptığını düşündüğü kötü şey için onu suçlamaya başlamış.
Ali Baba: “Hayır, ben hırsız ya da soyguncu değilim! Böylesine bir zenginliğe kavuştuğumuz için sevineceğine neler söylüyorsun.” demiş ve başına gelen her şeyi tek tek anlatmış. Sonra da altınları karısının önüne yığmış. Kadın bir taraftan altınların parlaklığına hayran oluyor, diğer taraftan kocasının maceralarını heyecanla dinliyormuş. Bir müddet geçince de altınları saymaya koyulmuş. Bunun üzerine Ali Baba:
“Ah seni ahmak kadın! Altınları daha ne kadar saymayı düşünüyorsun a şaşkın? Şimdi büyükçe bir çukur kazıp altınları saklayacağım ki sırrımız ifşa olmasın.” demiş.
Kadın: “Çok doğru düşünüyorsun ama yine de altınları tartalım ki elimizde ne olduğunu bilelim.” deyince Ali Baba:
“İstediğini yap ama sakın kimseye bir şey söyleme!” demiş.
Ali Baba’nın karısı telaşla Kasım’ın evine gitmiş ki altınları ölçebileceği terazi vesaire alsın. Ellerindeki servetin ne kadar olduğunu çok merak ediyormuş çünkü. Kasım’ın evde olmadığını görünce de karısını kenara çekmiş ve “Acaba terazinizi bir süreliğine ödünç alabilir miyim lütfen?” demiş.
Eltisi sormuş:
“Küçük teraziyi mi getireyim, büyük olanı mı?”
“Büyüğüne lüzum yok, küçüğünü versen yeter.”
“Biraz bekle de getireyim.”
Kasım’ın karısı, terazinin kefesine gizlice bal mumu ve içyağı sürmüş ki eltisinin ne tartacağını bilsin. Tartacağı şey her neyse mutlaka teraziye yapışacaktır, diye düşünmekteymiş. Ali Baba’nın karısı hiçbir şeyden şüphelenmeden teraziyi evine götürmüş ve altınları tartmaya başlamış. Bu arada Ali Baba da çukur kazıyormuş. Altını tartma işini bitirir bitirmez de çuvalı kazdıkları çukura koymuşlar ve üzerini toprakla örtmüşler.
Teraziyi işi bittiğinde sahibine geri götürmüş Ali Baba’nın karısı. Altın dinarlardan birinin kefenin altına yapıştığından haberi yokmuş. Kasım’ın karısı altını görünce kıskançlığından kudurmuş. Kendi kendine:
“Demek benim teraziyi altın tartmak için aldılar öyle mi?” diyormuş. Fakir bir adam olan Ali Baba’nın terazi ile tartacak kadar altını nereden bulduğunu çok merak ediyormuş.
Kadın mesele üzerinde düşünedururken akşam olmuş ve kocası Kasım eve gelmiş. Kocasına:
“Ah herif! Kendini zengin ve varlıklı bir adam sanırsın ama senin dünyadan haberin yok! Kardeşin Ali Baba emir oldu çıktı başımıza. Öylesine çok altını var ki terazi ile tartıyor. Sen hâlâ paranı tek tek saymaya devam et!” demiş.
Kasım: “Peki sen bunları nereden biliyorsun?”