hakkında bulabildiğim tüm şeyleri dikkatli bir şekilde bir araya getirdim, işte size takdim ediyorum. Bunun için bana müteşekkir kalacağınızın farkındayım. Onun idrakine, haysiyetine sevgi besleyecek ve hayranlık duyacak; kaderine ise ağlayacaksınız…
Ve sen… Aynı onun gibi tutkularına bağlı isen iyiliksever insan… Onun ızdıraplarıyla teselli bul ve bu senin ister kaderin olsun ister kendi kabahatin olsun candan bir arkadaş bulamazsan bu kitapçığı kendine dost edin.
BİRİNCİ BÖLÜM
Buraya geldiğime ne iyi ettim. Ah, dostum! İnsan kalbi ne anlaşılmaz şeydir! Ben seni bu kadar severken, senden hiç ayrılamazken… Senden ayrılayım da gene memnun olayım? İnanılacak şey miydi? Bununla beraber bu hâlimi hoş göreceğini bilirim.
Başkalarıyla olan bağlarıma gelince: Bunlar hep, benim bu çok duygulu kalbimi iğnelemek için inadına karşıma çıkmış gibi değil miydiler?.. Zavallı Leonore! Bununla beraber benim bu işte suçum yoktu! Böyle olacağını düşünebilir miydim? Ben bir taraftan onun ablasıyla… O cilveli, o fıkırdak ablasıyla gönlümü eğlendirirken öteden onun benim için kara sevdaya uğrayacağı hatırıma gelir miydi? Elbette gelmezdi. Fakat acaba bütün bütün de suçsuz muydum? Onun duygularını bilerek ben beslemedim mi?.. Aslında hiç gülünç olmadığı hâlde kaç kere bizi güldüren o saf heyecanları her defasında beni hoşlandırmaz mıydı?.. Ben değil miyim ki?.. Oh, bu insanlar ne cesaretle gene hâllerinden şikâyet ederler? Sevgili arkadaşım! Sana söz veriyorum: Artık yola geleceğim. Artık eskisi gibi hayatın acılıklarını son damlasına kadar emerek tatmak istemiyorum. Bundan sonra hâlden istifade edeceğim. Geçmiş günler benim için tarihe karışmış olacak.
Evet, dostum, şüphesiz haklısın. Eğer insanlar kafalarında hep geçmiş acıları canlandırmasalar (Ama ne için böyledirler, onu da Allah bilir.), evet hâlden memnun olacak yerde geçmişin hesabına her zaman dertlerini tazelemeseler elbette şimdiki kadar acı duymazlardı.
Ben burada pek iyiyim. Bu ıssız yerlerin tenhalığı hasta ruhuma şifa oluyor. Her şeye taze can veren yeni mevsimin tatlı sıcaklığı içimdeki ürpertileri bastırıyor. Her ağaç, her çit bir çiçek demetidir. Bu renk ve koku denizinde yüzerek gıdalanmak için insanın kelebek olacağı geliyor.
Şehrin kendisi hoş değil. Fakat etrafının güzelliğine hiç diyecek yok. Bunun için Kont Dö M., sağlığında bir tepenin sırtına bir bahçe kurdurmuş. Tepeler binbir değişikliklerle birbiri ardı sıra gelir, araları sisli vadilerle insanın gözünü ve gönlünü çeker. Bahçe hiç gösterişli bir şey değil. Daha içine girilirken bunun, bilgili bir bahçe mühendisi işi olmadığı, yalnız duygulu bir kimsenin bu planı kendi zevki için çizdiği hemen anlaşılır. Yıkık dökük bir çardağın altında kaç kere kontu düşünerek gözyaşı döktüm. Vaktiyle onun çok beğendiği bu yer şimdi de benim en çok sevdiğim yer oldu.
İçimde şaşılacak bir kaygısızlık var. Tadını çıkararak geçirdiğim bahar sabahlarına benziyorum. Onlar da böyle kaygısız! Yalnızım hem öyle bir yerde ki böyle yerler tam benim duygumda olanlar için yaratılmış denilebilir. Öyle mesudum, dostum benliğimin durgunluğuna öyle kendimi bırakmış bir hâldeyim ki bundan hünerim, sanatım eza duyuyor, üzülüyor. Tek bir çizgi bile çizemeyeceğim. Bununla beraber ben hiçbir zaman şimdiki kadar büyük ressam olmadım.
O zaman ki dere boyunun sisleri önümde yükselir, başımın üstünde güneş kızgın oklarını karanlık ormanın sık örtülü kubbesine saplar ve parça parça ışıkları bu ulu mabedin ötesinde berisinde oynaşır; o zaman ki bir dere kıyısında, yüksek otların arasında yere uzanarak yeşil çimenler içinde bilmediğim binbir ot bulunur, bu otların arasında sayısız kurtlarıyla, böceklerle kaynaşan o küçük yaşayış âlemini yakından görürüm; o zaman ki bizi kendine göre uydurup yaratan büyük yaratıcının varlığını anlar ve sonsuz bir zevk denizinde yüzerek tutunurken o büyük sevgi kaynağının soluğunu duyarım; işte o zaman dostum, ah, o zaman ki sonsuz âlemlerin içyüzü gözümün önünde açılmaya başlar ve gökyüzünü bir sevgilinin gönlüme vurmuş aynadaki yüzü gibi düşünürüm; işte o zaman derin derin göğüs geçirir ve şöyle haykırırım: “Ah ne olurdu, şu duyduklarını söyleyebilseydin! Şimdi bu kadar bollukla, bu sıcaklıkla içinde akıp taşan canlılığı bir kâğıda çıkarıp işleyebilseydin! Öyle ki kâğıt senin ruhunun bir aynası olsun, nitekim senin ruhun da sonsuz, ulu bir varlığın aynası olmuştur!..” Fakat dostum, çırpınmak neye yarar? Ben içimden gelen bu ürpertilerin sarsıntısı altında eziliyorum, ezildiğimi duyuyorum…
Bilmem bu yerlerde aldatıcı periler mi dolaşıyor, yoksa gönlüm göklerden inmiş duygularla büyülendi mi? Her yeri cennet gibi görüyorum.
Kasabaya girilecek yerde bir pınar vardır. Melusine ve kız kardeşleri gibi ben de bu pınarın güzelliğine gönül verdim. Bak anlatayım:
Küçük bir tepenin eteğinde bir mağara! Mağaraya gir, yirmi ayak tutan bir merdivenden in! Orada mermerden sızan en temiz ve dünyanın en durulmuş suyunu bulursun. Etrafındaki küçük duvar, burasını gölgeleri altında saklayan ulu ağaçlar, ortalığın serinliği, bütün bunlar sizi kendine çekerken siz de içinizde anlaşılmaz ürpermeler duyarsınız.
Gün geçmez ki orada bir saat olsun kafamı dinlendirmeyeyim. Kasabanın genç kızları oraya testilerini doldurmaya gelirler. Böyle işe yaramayı eski zamanın kral kızları bile hor görmezlerdi.
Burada oturduğum vakit eski din adamlarının hayatı kafamda canlanır. Gençlerin böyle akarsu başlarında nasıl tanışıp sevişerek evlendiklerini düşünür ve böyle yerlerde her vakit iyi ruhların uçuşmakta olduğuna inanırım. Oh! Bunu böyle benim duyduğum gibi duymamış olan bir kimse -kızgın bir güneşin altında çetin yollardan geldikten sonra- benim kadar tadını çıkararak hiçbir zaman böyle bir pınarda içinin ateşini söndürememiştir!
Bana “Kitaplarını göndereyim mi?” diye soruyorsun. Allah aşkına dostum, bırak şunları! Bana yaklaştırma! Benim artık kılavuza, fitillenmeye, alevlenmeye ihtiyacım yok! Kalbimin kendi coşkunluğu bana yeter. Hatta onu uyutacak bir ninniye ihtiyacım var. Bu ninniyi de Homeros’umda bol bol buluyorum. Kaç kere kanım kaynayıp taşarken bu sayede onu dindirmemiş midir? Ah, sen bu kalbi bilmezsin! O ne delişmen ne hoppa şeydir bilsen! Sana mı bilsen diyorum? Sen ki benim düşündürücü bir durgunluktan taşkın bir sevince, tatlı bir mahzunluktan kudurmuş bir çarpıntıya düştüğümü görerek kaç kere benim için merak etmiş, üzülmüşündür!
İşte bunun için ben kalbimi hasta bir çocuk gibi nazlandırıyor ve şımarmasına göz yumuyorum. Sakın bunu kimselere söyleme! Öyle adamlar vardır ki onlarca bu bir büyük suç, bir günahtır!
Saf yürekli köylüler beni artık tanıyorlar, hepsi, hele çocuklar beni çok seviyorlar. Daha birkaç gün evvel yanlarına gidip de bir şeyler sormaya kalkışsam kendileriyle alay etmeye gelmişim gibi birdenbire beni bırakıp giderlerdi. Hoş buna ben de hiç gücenmiyorum ya! Yalnız vaktiyle edindiğim bir fikir bu sefer daha iyi kafama yerleşti. Az çok rütbeli kimseler kendinden aşağı tabakada olanlara çok yüksekten bakıyorlar. Sanki onlara yaklaşmakla kendilerinden bir şeyler eksilecekmiş gibi bir korkuları var. Hele bunların içinde öyleleri vardır ki zavallı halkın katına, gene ancak onları iğnelemek, yaralamak için inerler.
Bilirim ki biz insanlar hepimiz bir değiliz ve bir olamayız. Fakat kendini saydırmak için halktan uzak durmaya mecbur olanlar, bence ölüm korkusuyla düşman karşısında saklananlardan daha az değersiz değildirler.
Geçenlerde gene benim pınar başına gitmiştim. Bir hizmetçi kızı, testisini merdivenin son basamağına koymuş, etrafına göz gezdirerek kendine bir yardımcı arıyordu. Gidip testisini başına koymak lazımdı. Hemen merdiveni inip yüzüne baktım. “Size yardım edeyim mi matmazel?” dedim. Yüzü ateş gibi kıpkırmızı oldu. “Aman… Size zahmet olur…” diyordu. “Yok a canım, hadi gel!..” Ben öyle derken o da başındaki artlığı düzeltiyordu. Testiyi kaldırıp oraya koydum. Teşekkür ederek hemen uzaklaştı.
İyi kimselerle tanıştık ama daha bir sosyete bulamadım. Bende şeytan tüyü mü var, nedir bilmem ki! Herkesin hoşuna gidiyorum. Buranın yerlileri hep beni arar, sorar, bana