bir sofranın etrafında hoşça bir sohbet, araba ile şöyle bir gezinti yapmak yahut üzüntüsüz bir balo tertip etmek… Zevk namıyla insanlara nihayet kalabilen bütün bu şeyler bende çok iyi bir iz bırakıyor. Elverir ki o zaman bende uyuyan ve kullanılmadığı için paslanmaya yüz tutan bazı saklı hassalarım1 olduğunu hatırlamalıyım!.. Bunun hatıra gelmesi kalbi sıkıyor! Şu kadar ki anlaşılmamak birçok kimsenin olduğu gibi benim de alnımın yazısıdır!
Ah, gençliğimin tapındığı o sevgili ne oldu! Yok olacak idiyse ben onu niye tanıdım?.. Kendi kendime, “Sen delisin!” diyorum. “Artık dünyada varlığı kalmayan bir şey arıyorsun!”
Fakat ben onu, o sevgiliyi bir zaman sarmıştım. Yüreğinin çarptığını duymuştum. Yüksek yaratılışı önünde kendimi benliğimin üstüne yükselmiş gibi görürüm. Çünkü onun yanında ne kadar olabileceksem o kadar varışlı2 olurdum.
Hey Allah’ım! O zaman ruhumun hiçbir kabiliyeti boş kalır mıydı? Kalbimin bütün dünyayı kucaklamadaki şaşılacak kuvveti, onun önünde tastamam kendini gösteremez miydi? Kalbin derinliklerinden gelen ürpertiler, iki ruhun karşılıklı şimşeklenmesi, aramızda her günün, bir alışverişi gibi değil miydi?.. Ah, onunla her konuşmamız ve iğneli şakalarımıza varıncaya kadar, her sözümüz inci gibi ince idi, ben onu bilirim.
Şimdi ise… Ne yazık! Onun benden birkaç yaş büyük olmasıyla benden evvel ölüme kavuşması gerekti. Unutamayacağım, hiçbir zaman onun ruhunun temizliğini, sağlamlığını, onun o ilahi yumuşaklığını hiçbir zaman unutamayacağım!
Burada tanıştığım kimselerden biri de prensin maiyetindeki hâkimdir: Özü sözü bir, doğru bir adam! Onu, dokuza varan çocuklarının arasında görmek hoş bir şey oluyormuş. Hele büyük kızını söyleye söyleye bitiremiyorlar. Beni davet etti, ilk fırsatta gideceğim. Buradan yaya olarak bir saatlik yol. Uzakta prensin bir av köşkünde oturuyor. Karısı öldükten sonra kendi evinde ve hatta şehirde oturmaya içi yetmediği için prensten bu müsaadeyi almış.
Bundan başka, yolunun üzerinde birçok orijinal karikatürlere de rast geldim. Bunların her hâli, özellikle dost görünmekteki gayretleri hiç çekilmiyor.
Yaşamak bir rüyadan başka bir şey değildir. Bunu benden önce de söyleyenler olmuş fakat bu benzetiş bir gölge gibi benden ayrılmıyor. Düşünüyorum: İnsanların kudret ve kabiliyetleri daracık bir çerçeve içinde sıkışmış, ellerinden ne az bir şey geliyor! Dikkat ediniz: Bizim bütün savaşımız geçinmemize, yaşamamıza yarıyor. Yani yoksuzluklar içinde geçen şu mendebur yaşayışı uzatmaktan başka bir şeye benzemiyor. İçimizin rahat ettiği zamanlarda bile bu rahatlık başımıza geleceklere karşı Allah’a sığınmamızdan ileri geliyor. Böylelikle zindanlarının duvarlarına güzel resimler, gönül açıcı manzaralar yapan mahpuslara benziyoruz. Ah kardeşim, bunları düşündükçe aklım duruyor!
Kendime, kendi içime bakıyorum ve orada koskoca bir âlem buluyorum. Fakat bu âlemde hayat ve hareketten ziyade manalı sezişler ve karanlık istekler var. O zaman her şey karşımda sarsılıyor ve ben gülümsüyorum ve ben her zaman böyle dalgın, derin derin düşünerek gittikçe daha derinliklere dalıyorum.
Haydi diyelim ki çocukların her işi terbiyecilerin ikide bir söyledikleri gibi, düşüncesiz olsun. Fakat yaşını başını almış insanların da birer koca bebekten hiç farkı olmasın, onlar da şu yeryüzünde sendeleye sendeleye, nereden geldiklerini, nereye gideceklerini bilmeksizin emekleye dursunlar. Onların da belli başlı ülküleri olmasın ve onlar da bisküviler, çöreklerle avutulsun ve değneklerle yola getirilsinler… İnanılacak şey midir? Buna kimse inanmaz fakat bana kalırsa bundan daha açık, daha doğru bir şey olamaz.
Şimdiden sana hak veriyorum (Çünkü ne söyleyeceğini biliyorum.), onlar daha bahtiyardır. Evet, onlar, o koca bebeklerdir ki tıpkı çocuklar gibi günü gününe yaşar, bebeklerini gezdirir, soyar, giydirir, şeker veya pastaların saklı bulunduğu dolabın etrafında saygıyla dolaşırlar ve kendilerine biraz o şekerlerden, pastalardan verilirse bütün açgözlülükleriyle kapışarak “Daha yok mu?” diye haykırışırlar… İşte bunlar, evet bunlar, dünyanın en rahat, en talihli mahluklarıdır.
Daha kimlerin uğuru açıktır, biliyor musunuz? O kimselerin ki yaptıkları en değersiz hatta en delice işleri büyük unvanlarla satar ve bu işleri insanlığın kurtuluş ve yükselişi namına yapılmış yüce fedakârlıklar gibi gösterirler. Bu yolda düşünüp yapabilenlerin -ne diyeyim- gene uğurları açık olsun!..
Fakat bütün bu işlerin ucunun nereye varacağını görüp anlayan gösterişsiz, alçak gönüllü bir kimse… Bir kimse ki şu küçük orta hâlli adamın bahçesini nasıl süsleyip bezediğini ve onu nasıl küçük bir cennete çevirdiğini… Şu ağır yükün altında ezilen talihsizin, iniltisiz, nasıl yolda süründüğünü görür ve her ikisinin de meramının bir dakika daha fazla gün görme olduğunu anlar, işte o kimsenin de içi durulmuştur; o da kendi kendine bir âlem kurar, o da bir insan olduğu için bahtiyardır; kudreti ne kadar ölçülü olsa gene içinde hürriyetin tatlı bir duygusunu besler ve bu duyguyla bilir ki o, ne zaman isterse kendini hayat zindanından dışarı fırlatabilecektir.
Eskiden beri tabiatımı bilirsin: Hoşuma giden bir yer buldum mu hemen oraya çekilir, tenhaca ve masrafsızca yaşarım. İşte burada da bulduğum böyle bir yer beni kendine çekti ve bağladı.
Şehirden bir saat uzakta “Wahlheim” isminde bir köy. Bir dağın yamacına yaslanmış, hoş bir görünüşü var. Köye çıkan ince yolda insan yükseldikçe ayağının altında kalan bütün vadiyi bir bakışta kucaklıyor. Yaşına göre dinç görünen hamarat bir kadın orada küçük bir meyhane açmış, gelenlere bira, şarap, kahve getiriyor. Hele kilisenin küçük meydanını kaplayan dalları sık iki büyük ıhlamur var ki bu hepsinden daha hoş.
Köyün bu küçük meydanı her taraftan saman örtülü kulübelerle, ambarlarla çevrilmiştir. Ruhumu bunun kadar okşayacak, bunun kadar işime elverecek tenha ve sevimli bir yeri başka nerede bulabilirdim?
Dükkândan oraya bir küçük masa ile bir iskemle getirtir, kahvemi orada içerim, Homeros’umu da orada okurum.
İlk olarak yolum bu ıhlamurların altına uğradığı vakit bir öğleüstü idi. Meydanda kimseler yoktu. Besbelli herkes tarlasında çalışıyordu. Yalnız yere oturmuş dört yaşında bir oğlancağız vardı ki bacaklarının arasında gene yere oturmuş olan altı aylık bir yavruyu tombul kollarıyla sarmış, göğsünü ona yastık etmişti. Kendi hâlinde sessiz oturuyor fakat parlak, siyah gözleriyle etrafı kolaçan ediyordu.
Manzara hoşuma gitti. Hemen karşısında, bir sabanın üstünde yer aldım. Ve şu altı aylık bebekle onu koruyan dört yaşındaki ağabeyi kâğıt üzerinde çizmeye başladım. Bu resim beni pek eğlendirdi. Beri taraftan çitten bir parça, sonra bir ambar kapısı, birkaç kırılmış saban tekerleği, bütün bunlar rastgele, karmakarışık resme giriyordu. Kendimden hiçbir şey katmadığım hâlde bir saat sonra ortaya hakikaten ilginç, güzel bir resim çıktı. Bundan sonra yalnız tabiatı kendime örnek edeceğim: Kararım iyice kuvvet buldu. Zenginliği tükenmeyen bir o var! Büyük artistleri yetiştiren de yalnız o olduğu gibi…
Şüphesiz toplumsal kanunlar için olduğu kadar sanat kuralları için de söylenecek birçok iyi söz vardır. Sanat kurallarına bağlı bir artist, hiçbir zaman abes ve mutlak surette fena eserler vücuda getirmez.
Nitekim usul ve kanunu kendine kılavuz eden bir kimse de hiçbir vakit ne çekilmez bir komşu ne de namlı bir kötü adam olur. Böyle olmakla beraber her kural -evet, başkaları ne derse desin- bence her