p>I
Cedric’in hiçbir şeyden haberi yoktu. Kimse ona bir şey anlatmamıştı. Babasının İngiliz olduğunu biliyordu; annesi ona öyle söylemişti; ama sonra, daha küçük bir çocukken babası hayatını kaybettiği için, onun hakkında pek bir şey bilmiyordu; iri yarı bir adam, gözlerinin mavi ve omuzları üstünde odada gezmenin harika bir şey olduğunu hatırlıyordu sadece. Babasının vefatından sonra, Cedric annesiyle onun hakkında konuşmamasının daha iyi olduğunun farkına vardı. Babası hastayken, Cedric evden başka bir yere gönderilmişti ve geri döndüğünde her şey olup bitmişti; çok hasta olan annesi pencerenin yanındaki sandalyesine yeni yeni oturabiliyordu. Rengi solgundu ve zayıflamıştı, güzelim yüzündeki gamzeler kaybolmuştu, kocaman kocaman olmuş gözleri hüzünle bakıyordu ve siyahlar içindeydi.
“Canımın içi.” dedi Cedric (Babası ona her zaman böyle seslenirdi, küçük Cedric de bunu ondan öğrenmişti.). “Canımın içi, babam iyileşti mi?”
Annesinin kollarının titrediğini hissetti; kıvırcık saçlı başını kaldırıp onun yüzüne baktı. Yüzünde bir şey vardı; öyle ki ağlayacağını hissetti. “Canımın içi!” dedi. “O iyi mi?”
Sonra birden sevgi dolu küçük kalbi ona, annesinin boynuna sarılıp onu tekrar tekrar öpmesi ve yumuşacık yanaklarını onunkilere dayamasını söyledi; öyle de yaptı ve annesi de yüzünü onun omuzlarına gömdü ve sanki onu hiç bırakmayacakmış gibi sarılarak doyasıya ağladı.
“Evet, baban iyi.” diyerek içini çekti. “Pek, pek iyi, ama bizim… bizim birbirimizden başka kimsemiz kalmadı. Hem de hiç kimsemiz.”
Cedric, küçük yaşına rağmen iri yarı, yakışıklı, genç babasının bir daha geri gelmeyeceğini, başka insanlarda olduğunu duyduğu gibi onun da öldüğünü anladı; ama tüm bu üzgün havayı yaratan tuhaf şeyin ne olduğunu tam olarak kavrayamamıştı. Çünkü annesi babasından bahsederken sürekli ağlıyordu, o da annesiyle babası hakkında pek konuşmamanın ve annesinin hareketsiz veya konuşmadan sabit oturup ateşe veya pencereden dışarı bakmasına izin vermemenin daha iyi olacağını fark etti.
Çok az kimseyi tanıyorlardı ve çok yalnız sayılabilecek bir hayat yaşıyorlardı, gerçi Cedric büyüyüp de evlerine neden kimsenin gelmediğini öğrenene kadar yalnız yaşamlarının farkına varmadı. Sonra ona annesinin bir yetim ve babası ile evlenene kadar dünyada bir başına olduğu söylendi. Annesi çok güzel bir kızmış ve ona hiç de iyi davranmayan yaşlı, zengin bir kadının bakıcısıymış; bir gün kadının evine uğrayan Captain Cedric Errol kızın gözlerinde yaşlarla merdivenlerden koşarak çıktığını görmüş. Kız o kadar tatlı, masum ve hüzünlü görünüyormuş ki Captain’ın aklından bir türlü çıkmamış. Birkaç tuhaf olay birbirini kovalamış, birbirlerini çok iyi tanımışlar ve gönülden sevmişler, birçok kişinin itirazına rağmen evlenmişler. Evliliklerine en çok karşı çıkan, Captain’ın İngiltere’de yaşayan, son derece zengin ve asil, ama Amerika ve Amerikanlara karşı öfkeli ve aksi olan babasıymış. Captain Cedric’ten büyük iki oğlu daha varmış ve kanunlara göre zengin ve ihtişamlı olan bu ailenin adı ve mülkleri büyük olana kalırmış; büyük oğul hayatını kaybederse sonraki oğul vâris olurmuş; yani -büyük bir ailenin mensubu olsa da- Captain Cedric’in çok zengin olması küçük bir ihtimalmiş.
Fakat tabiat ana en genç oğula, diğerlerine bahşetmediği armağanlar vermiş. Güzel bir yüzü, hoş, güçlü ve zarif bir bedeni, ışıltılı bir gülümsemesi ve tatlı, neşeli bir sesi varmış; cesur ve cömertmiş, dünyadaki en yufka yüreğe ve herkese kendini sevdirme kabiliyetine sahipmiş. Ama ağabeyleri hiç de böyle değilmiş; hiçbirinde yakışıklılık, kibarlık veya akıllılık yokmuş. Eton’daki delikanlılık çağlarında popüler değillermiş; kolejdeyken ders çalışmak umurlarında olmazmış, zaman ve paraları boşa gidiyormuş ve gerçek arkadaşlarının sayısı çok azmış.
Babaları yaşlı kont sürekli onlar yüzünden hayal kırıklığına uğruyor ve küçük düşüyormuş; vârisleri soylu adına layık değilmiş ve yiğitlikten, soyluluktan nasibini almamış, bencil, savruk, silik adamlar olacakları belli gibiymiş. Yaşlı kont, çok az bir servete malik olacak olan üçüncü oğlunun tüm yetenek, cazibe, kabiliyet ve güzelliği kendinde toplamasının çok acı bir durum olduğunu düşünüyormuş. Bazen de yakışıklı genç adamdan neredeyse nefret ediyormuş, çünkü en genç oğlu yüce isimlerine ve görkemli konağa yakışan iyi niteliklere sahipmiş ancak gururlu, inatçı ve yaşlı kalbinin derinliklerinde onu umursamadan da yapamıyormuş. Aksi bir anında onu Amerika’ya göndermiş; böylece bir süreliğine olsun onu uzaklara yollayarak sürekli baş belası diğer erkek kardeşleriyle kıyaslayıp sinirlenmeyeceğini düşünmüş.
Ancak altı ay kadar sonra, kendini yalnız hissetmeye başlamış ve gizliden gizliye oğlunu yeniden görmek istemiş, böylece Captain Cedric’e yazarak eve dönmesini istemiş. Captain da babasına Amerikalı tatlı bir kıza âşık olduğunu ve onunla evlenmek istediğini anlatan bir mektup yazmış. Mektup eline ulaştığında kont küplere binmiş. Hayatında hiçbir şeye Captain’ın mektubuna sinirlendiği kadar sinirlenmemiş. O sırada odada olan uşağı efendisini öylesine çıldırmış görünce inme ineceğini zannetmiş. Kont bir saat boyunca kaplan gibi kudurmuş, sonra oturup oğluna yazmaya başlamış; bir daha evinin yakınına bile uğramamasını, ne kendisine ne de kardeşlerine bir daha yazmamasını emretmiş. İstediği gibi yaşayabileceğini ve istediği yerde ölüp gidebileceğini, artık ailesinden sonsuza kadar koptuğunu, yaşadığı sürece babasından bir daha asla yardım istememesini söylemiş.
Captain mektubu okuduğunda çok üzülmüş; İngiltere burnunda tütüyormuş ve doğduğu güzel evi çok seviyormuş; hatta yaşlı ve aksi babasını bile seviyor ve onun hayal kırıklıklarını anlıyormuş; ama gelecekte ondan şefkat beklememesi gerektiğinin de farkındaymış. Başlarda ne yapacağını bilememiş; o, iş yapmak için yetiştirilmemiş ve hiçbir iş deneyimi yokmuş; ama cesaretli ve son derece kararlıymış. İngiliz ordusundaki rütbesini satmış ve birkaç zorlu durumdan sonra New York’ta bir iş bulup evlenmiş. Yeni hayatı İngiltere’deki hayatına göre çok farklıymış ama hâlâ genç ve mutluymuş, çok çalışmanın gelecekte ona güzel şeyler kazandıracağını umuyormuş.
Sakin bir caddede küçük bir evi varmış ve minik oğlu bu evde doğmuş. Her şey tıkırında ve çok keyifli gidiyormuş; kısacası, zengin ve yaşlı kadının tatlı bakıcısıyla sadece çok şirin bir kız olduğu ve birbirlerini sevdikleri için evlenmiş olmasından zerre kadar pişmanlık duymuyormuş. Karısı, gerçekten de çok tatlı bir kızmış ve minik oğlu da tıpkı anne ve babasına benziyormuş. Her ne kadar sakin, mütevazı ve küçük bir evde doğmuş olsa da dünyanın en şanslı bebeği gibiymiş. Öncelikle, her zaman uslu duruyormuş ve kimseye sorun çıkarmıyormuş; ikincisi, öyle iyi huylu ve öyle cana yakınmış ki herkesin sevgilisiymiş; üçüncü olarak, bir tablo gibi öyle güzelmiş ki insan bakmaya doyamıyormuş. Doğduğunda kel kafalı bir bebek değilmiş; yumuşak, ince telli, uçları kıvrık, altın rengi saçları varmış, altı aylık olduğundaysa saçlarının uçları lüle lüle olmaya başlamış; kocaman kahverengi gözleri ve uzun kirpikleri, sevimli bir yüzü varmış; sırtı öyle sağlam, bacakları öylesine sağlıklıymış ki dokuz aylıkken birden yürümeye başlamış; çok iyi huylu bir bebekmiş, onu tanımak büyük bir zevkmiş. Herkesi arkadaşı olarak görüyormuş, birisi onunla konuşurken veya sokakta bebek arabasındayken yabancılara kahverengi gözleriyle tatlı ve ciddi bir bakış attıktan sonra, sevimli ve içten bir gülücük fırlatırmış; sonuç olarak o sakin caddede yaşayan herkes -yeryüzünün en huysuz adamı olan o manav bile- onu görmekten ve onunla konuşmaktan keyif alırmış. Her ay biraz daha büyüdükçe daha bir yakışıklı oluyor ve daha ilgi çekici bir çocuk hâline geliyormuş.
Dadısı olmadan yürüyecek kadar büyüyen Cedric küçük bir oyuncak araba sürdüğünde, kısa, beyaz bir İskoç eteği giydiğinde, sarı kıvırcık saçlarının üstüne beyaz bir şapka taktığında öyle yakışıklı, gürbüz ve elma yanaklı görünüyordu ki herkesin ilgisini çekiyordu; eve gelince dadısı annesine onu görmek ve konuşmak için bebek arabalarını durduran kadınları ve ufaklık onları tanıyormuşçasına tüm tatlılığıyla konuştuğunda ne kadar keyiflendiklerini anlatıyordu. En büyüleyici özelliği; neşeli, korkusuz, ilgi çekici havasıyla insanlarla hemen dost olabilmesiydi. Galiba bu, güven verici bir doğası, herkesi anlamaya çalışan merhametli bir kalbi olmasından ve başkalarını da kendisi gibi huzurlu etmeye çalışmasından kaynaklanıyordu. Etrafındaki insanların duygularını hemen anlayıveriyordu. Belki de böyle alışmıştı,