Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт

Küçük Lord Fauntleroy


Скачать книгу

kıvırcık saçlı kafasını onun boynuna dayadığında, oyuncaklarını ve resimli kitaplarını göstermek için ona getirdiğinde ve annesi kanepede uzanırken sessizce onun yanına kıvrıldığında aklında hep bu düşünce vardı. Başka şeyler düşünecek kadar büyük değildi, bu yüzden kendince elinden geleni yapıyor ve annesine idrak edebileceğinden daha fazla moral oluyordu.

      Bir keresinde annesinin, “Ah, Mary!..” dediğini duydu yaşlı hizmetkârına. “Masum masum kendince bana yardım etmek istediğini düşünüyorum; eminim yardım etmek istiyor. Bana bazen öyle sevgi dolu, öyle merak eden gözlerle bakıyor ki, sanki benim için üzülüyor gibi, sonra gelip beni öpüp kokluyor veya bir şeyler gösteriyor. Büyümüş de küçülmüş gibi, bence gerçekten anlıyor.”

      Büyüdükçe insanları son derece şaşırtan ve onların ilgisini çeken bir sürü ilginç özellikler edindi. Annesiyle öyle ilgiliydi ki başkaları pek de umurunda değildi. Birlikte yürür, birlikte konuşur, birlikte oynarlardı. Henüz küçükken okumayı öğrendi; akşamları şömine önündeki halıya uzanıp dışından kitap okurdu, bazen hikâyeler, bazen daha büyük insanların okuyacağı türden büyük kitaplar, bazen de gazete… Genelde böyle zamanlarda Mary mutfaktan Bayan Errol’ın çocuğun söylediği ilginç şeylere neşeyle güldüğünü duyardı.

      “İşin aslı…” dedi Mary manava, “millet bunun bir değişik hâllerine gülmekten kırılıyor, bir de o koca adam gibi laflarına! Yeni başkan aday gösterildiği akşam mutfağa gelip ocağın önünde durdu, resim gibiydi, ellerini küçük ceplerine sokmuş, masum suratı hâkim gibi ciddi. Sonra bana dedi ki, ‘Mary!’ dedi. ‘Seçimler oldukça ilgimi çekiyor.’ dedi. ‘Ben cumhuriyetçiyim, canımın içi de öyle. Peki, sen cumhuriyetçi misin Mary?’ ‘Kusura bakma.’ dedim. ‘Ben tam bir demokratım!’ Sonra bana insanın içine işleyen bir bakış attı ve dedi ki, ‘Mary!’ dedi. ‘Ülke mahvolacak.’ Sonra da hiçbir zaman gelip de fikrimi değiştirmek için benimle tartışmadı.”

      Mary ona çok düşkündü ve onunla gurur duyuyordu. O doğduğundan beri annesiyle birlikteydi ve babasının ölümünden sonra evin aşçısı, hizmetçisi, bakıcısı, kısacası her şeyi olmuştu. Onun endamlı, güçlü bedeniyle ve incelikli hâlleriyle gurur duyuyordu; özellikle alnına düşen parlak kıvırcık saçlarıyla ve omuzlarına düşen büyüleyici lüleleriyle. Annesinin ona küçük elbiseler yapmasına ve onları tertipleyip düzenlemesine yardım etmek için sabahtan akşama kadar memnuniyetle uğraşıyordu.

      “Asil, değil mi?” derdi. “İnan ki, bu çocuğu Beşinci Cadde’de görmek isterdim, böyle tüm yakışıklılığıyla arzıendam ederken. Onu hanımın eski robundan yapılmış siyah kadife eteğinin içinde, başı havada, kıvırcık parlak saçları uçuşurken gören ne kadar adam, kadın, çocuk varsa dönüp de bakardı. Küçük lordlara benziyor.”

      Cedric küçük lordlara benzediğini bilmiyordu; lordun ne demek olduğunu bile bilmiyordu. En büyük arkadaşı köşedeki manavdı; ona asla huysuzluk yapmayan huysuz manav. Adı Bay Hobbs’tı ve Cedric ona hayrandı, çok saygı duyuyordu. Onun çok zengin ve nüfuzlu biri olduğunu düşünüyordu, dükkânında bir sürü şey vardı, -erikler, incirler, portakallar, kurabiyeler- ayrıca bir atı ve at arabası. Cedric sütçüyü, fırıncıyı ve elmacı kadını da seviyordu, ama en sevdiği Bay Hobbs’tı, ona kendini çok yakın hissettiği için onu her gün görmeye gidiyordu ve genellikle onunla uzun saatler oturup havadan sudan konuşuyorlardı. Konuşacak bu kadar konu bulmaları gerçekten şaşırtıcıydı; örneğin, Dört Temmuz. Dört Temmuz lafı bir açıldı mı konuşmaları bitmek bilmezdi. Bay Hobbs “İngilizler” hakkında pek iyi şeyler düşünmezdi ve Devrim macerasının tamamını düşmanın hainliği hakkında müthiş ve vatansever hikâyelerle ve Devrim kahramanlarının yiğitlikleriyle bezeyerek anlatırdı, hatta Özgürlük Bildirgesi’nden bölümleri tekrar ederdi.

      Cedric öyle heyecanlanırdı ki gözleri parlar, yanakları al al olur, kendini eve nasıl attığına şaşırırdı. Eve varınca akşam yemeğini bitirmeyi bile zor bekler, konuştuklarını annesine anlatmak için can atardı. Belki de onun politikaya ilgi duymasında birinci amil Bay Hobbs olmuştu. Bay Hobbs gazete okumayı severdi, bu sayede Cedric Washington’da olup bitenlerden haberdar olurdu ve Bay Hobbs ona başkanın görevlerini yerine getirip getirmediğini anlatırdı. Bir keresinde, seçim zamanında, olayı gözünde öyle büyütmüştü ki, büyük ihtimalle Bay Hobbs ve Cedric olmasa ülke felakete sürüklenecekti!

      Bay Hobbs onu büyük bir fener alayını izlemeye götürdü. Fener taşıyan adamların çoğunun zihninde, lamba direğinin yanında duran gürbüz adam ve omuzlarında taşıdığı, şapkasını havada sallayıp bağıran yakışıklı küçük çocuk olarak kaldı.

      O seçimden sonra, Cedric yedi sekiz yaşlarındayken, hayatında harika bir değişiklik yaratan o tuhaf şey gerçekleşti. Çok da ilginçti; o gün Bay Hobbs ile İngiltere ve kraliçe hakkında konuşuyorlardı ve Bay Hobbs aristokrasi hakkında sert yorumlarda bulunmuştu, özellikle kontlara ve markilere karşı öfkeliydi. Sıcak bir sabahtı; birkaç arkadaşıyla askercilik oynadıktan sonra Cedric dükkâna dinlenmeye gitti ve Bay Hobbs’ı saltanat töreninin bir resminin olduğu Resimli Londra Gazetesi’ne öfkeyle bakarken buldu.

      “Ah!” dedi. “Aynen böyle devam edin; ama bir gün gelecek ve bıkacaklar, ezip geçtikleri insanlar yükselip onları alaşağı edecek, kontları, markileri, hepsini! Vakitleri daralıyor, gözlerini dört açsalar iyi ederler!”

      Cedric her zamanki gibi yüksek tabureye yerleşti, şapkasını geri itti, ellerini ceplerine soktu.

      “Çok fazla marki tanıdığınız var mı Bay Hobbs?” diye sordu. “Veya kont?”

      “Hayır.” diye cevapladı Bay Hobbs öfkeyle. “Sanırım yok. Hele onlardan birini burada yakalayayım!.. Hiçbir açgözlü zorba gelip benim bisküvi kutularımın üstünde oturamaz!”

      Bu duyarlılıktan öyle iftihar ediyordu ki etrafa gururla baktı ve alnını sildi.

      “Belki ellerinden gelse kont olmazlardı.” dedi Cedric, onların mutsuz durumlarına karşı belli belirsiz bir sempati duyarak.

      “Sen öyle san!” dedi Bay Hobbs. “Bununla gurur duyarlar! Hepsinin içinde var. Hiçbirinin ciğeri beş para etmez!”

      Mary geldiğinde sohbetlerinin ortasındaydılar.

      Cedric onun şeker falan almaya geldiğini düşündü, ama sandığı gibi değildi. Beti benzi atmıştı, sanki bir şeyler onu çok heyecanlandırmıştı.

      “Haydi, tatlım.” dedi. “Hanımım seni bekliyor.”

      Cedric taburesinden indi.

      “Onunla dışarı çıkmamı mı istiyor Mary?” diye sordu. “İyi günler Bay Hobbs. Sonra görüşürüz.”

      Mary’nin ona şaşırmış gibi bakması garibine gitmişti ve neden başını sallayıp durduğunu merak etti.

      “Ne oldu Mary?” diye sordu. “Sıcak hava mı çarptı?”

      “Hayır.” dedi Mary. “Ama başımıza ilginç şeyler geliyor.”

      “Güneş canımın içinin başını mı ağrıttı?” diye sordu endişeyle Cedric.

      O da değildi. Eve vardığında kapının önünde bir araba gördü ve salonda biri annesiyle konuşuyordu. Mary onu üst kata çıkardı, en güzel yazlık kıyafetini, beli kırmızı kuşaklı krem renk flanel takımını giydirdi ve lülelerini taradı.

      Onun “Lord muymuş?” dediğini duydu. “Soylular ve üst tabaka. Amanın! Çok fena! Lord falan, kötü talih.”

      Kafası gerçekten karışmıştı ama annesinin bütün bu telaşın nedenini