kendi kendime düşünüyorum ki, ben Şinasi’nin nasıl babası isem benim de öyle bir babam bulunmuş olsaydı ben bahtiyar olabilirdim. Cenabıhak bir kimseyi bahtiyar etmek için ne verebilirse bana vermiştir. Vücudum sakat değil, tam! Aklım noksan değil kâmil! Yaratılışımda, fıtratımda tembellik yok çalışkanlık var! Karar verme gücüm miskinliğe rızadan ibaret değil; bahtiyarlık arzusundan ibaret! İşte Cenabıhak bunları her kime verirse o adam bahtiyar olabilir. Fakat aldığı terbiye ve seçtiği meslek benim terbiyem ve benim mesleğimin aynısı olmamalıdır. Benim Şinasi’ye verdiğim terbiye ve ona gösterdiğim meslek olmalıdır.
İşte Semih Efendi’nin ahbabına arz ettiği şu hususlar kendi oğluna verdiği terbiyenin bir nevi özetiydi. Bu hikmettendi ki Söğütlü Yamalı Musa’nın oğlu Senai Efendi daha medeni gördüğü şehirde çalışıp kazancını temin etmeye bahtiyar olma hevesindeyken; İstanbullu Semih Efendi’nin oğlu Şinasi ise medeni gelişmeyi ve bahtiyar olmayı İstanbul’un dışında aramayı zihnine koymuştu.
İKİNCİ BÖLÜM
“Senai”
Beyoğlu’ndaki Flamme kahvehanesini acaba okuyucularımız unuttular mı? İhtimal ki pek çokları bunun vücudundan haberdar bile olmadılar. Öyleyse hiç şüphe etmemelidirler ki bundan dolayı en bahtiyar olanlar da kendileriydiler. “Niçin” mi dediniz? Onu şimdi anlarsınız.
Flamme “alev” manasına geldiğinden bir zamanlar, “Centilmenlerimiz Flamme’de alevi aldı.” tarzındaki zarafetler pek ziyade tekrarlanırdı. Gariptir ki bundan altı yedi sene evvel Flamme’nin kendisi de alev alarak dört duvardan ibaret kaldıktan sonra belediye, Beyoğlu Büyük Caddesi’ni yeniden düzenlenmeye girişmiştir. Buna bağlı olarak Flamme’nin o yıkılmamış duvarları da feda edildiğinden bina zeminle beraber yıkılmış ve şimdi yerine güzel bir tuhafiyeci mağazası ve üzerine de üç dört katlı güzel bir ev bina edilmiştir.
Flamme için birçok lakırtı söyledik ama hâlâ Flamme’yi tarif etmedik değil mi? Flamme bir haneydi. Fakat eski zaman usulünce hane sayılması lazım geldiğinden pek çok haneler Flamme içinde dâhil bulunduğu görülüyordu. “Hane! Hane! Hane?” denilip de mesela “misafirhane” denildi mi? Flamme’nin bir ismi söylenmiş olur. “Kahvehane” deniliyorsa bir ismi daha söylenmiş olur. “Meyhane!” bu da bir ismidir. “Tiyatrohane!” bu da Flamme’nin bir adıdır. “Mızıkahane ve hanendehane!” Flamme’nin iki ismini birden söylemiş oldunuz. “Kumarhane!” En mühim adlarından birini andınız, “…hane! Hane…” daha da ilerisine varmayalım. Flamme’de alevi alanlar yalnız bizzat ateşten yananlar değildir. Heva ve hevesten yananlar da vardır. Burada o kadar kumar yangınları görülürdü ki, kül olmuş bulundukları keselerinde beş para kalmamak şöyle dursun, beş para edebilirse keseyi de kumara basmak gayretinde bulundukları hâlde reddedilmiş olmakla ümitsiz düşenler bile görünürlerdi.
Kısacası Flamme bir âteş-i sûzândı.4 Herkesi yaktı. Nihayet ateşi kendi içine sığamayarak kendi kendisini de yaktı.
Şimdi şu satırlarımızı okuyan okuyucular arasında Flamme’yi tanıyanlar varsa mutlaka yürek yakacak bir hâline de dokunacağından şimdiki hatıraları yine âdeta onların yüreklerini sızlatır.
Avrupa’dan gelir gelmez Flamme’ye başvurarak ilk şöhretlerini orada arayan kadın sanatkârlar İstanbul’da hakikaten en ziyade şöhret almış olanlardır. Şimdiki Konkordya, şimdiki Alkazar acaba bir şey midir? Hâlbuki bir zamanki Elhamralar bir zamanki Kafe Kristaller bile Flamme’nin yanında pek sönük kalırlardı. Gerçi bunlar kapıların önünü binlerce gaz lambalarıyla donattıkları hâlde Flamme’nin bir arşın kalın eski kâgir duvarlarına geçirilmiş, “dört köşe” vasfına uygun şekilde olan pencereleri de içli dışlı iki kat camdan oluşmuştu. Bir bunlar demir panjurlarla kapanmış olmakla dışarıdan bakanlara hiçbir şeyi göstermezlerdi. Bazen içerisi çok ısınırdı. O sıcaktan ve bazen de tehlikeli bir şey olduğunda, orada bulunanlar sıkıca kapanmış bir fener etrafında dönen pervaneler gibi hemen Flamme kapısına koşuşurlardı.
Bu âlemlerin erbabına mesela “Finet” ismini verecek olur isek derhâl tanıyıp derler ki: “Evet! Cihanı Elhamra’ya çeken hanende bir kızdı.” Hâlbuki hata ederler. Finet ilk şöhretini Flamme’de kazanmıştır. Burada şöhretini kazandıktan sonra Elhamra’ya iltica etmiştir.
Biz burada “Finet” demekle Flamme’nin en mahir sanatkârlarından birisini anmış olmadık. Asıl maksadımız “Rizet” demekti. Rizet’i kim tanımaz? Bir kadında ümit olunamayacak kadar kaba ve davudi olan o titreşimli ses, hâlâ bugün bile kimin kulaklarında çınlamaz? Okuduğu güzel şarkıların ciddiyetine münasip sesi ve o sese uygun yüzünde oluşan ciddiyeti onun hususi özelliklerindendi. Böyle bir sanatkârın tavırları ve sesi hiç dikkat ehlinin nazarından gider mi? Ya ciddiyete zevzeklik karıştırmak ve diğer bir tabirle zevzekliği ciddiyet suretinde satmak maharetine sahip olan o sanatkârın “Marseyez Fe-minin” şarkısı hangi hatıralardan çıkar?
Öyle bir geceydi ki Flamme’nin en parlak gecelerindendi. Rizet, “Mastık-ı Türk” diye bütün dünya meşrubatlarından üstün gördüğü Sakız mastikasından aralıkta bir kendisine sunulan birkaç kadehi fazladan içerek ve yemekte yine kendi tabirince “biftek sur biftek” diye iki bifteği de üst üste eklemek için bir şişe de Bordo şarabını son damlasına kadar içerek Flamme’ye mahsus heyecanlarla âdeta alevlenmişti. O gece Flamme hınca hınç dolmuştu. Rizet’ten evvel birkaç kadın çıkıp şarkılar okumuşlarsa da halkın bunlara övgü yolunda ettikleri alkışlar sıradandı. Herkesin nazarları en sonra çıkacak olan asıl Rizet üzerindeydi.
Rizet Rizet diyoruz. Acaba bu kadın nail olduğu şöhrete münasip olarak bir de güzel miydi?
Heyhat! Yalnız dıştan olan güzellik insanların rağbetini çekecekse Rizet’ten önce Flamme’deki resimler şöhret kazanırlardı. Rizet zayıf bünyeli, uzunca boylu, ziyadece esmer yüzlü bir kızdı. Hatta “kız” dediğimize bakıp da gençliğine hükmetmemelidir. “Kadın” diyecek olduk. Kadın diye kadın kadıncık olanlara denileceği ve Rizet ise oralara yanaşamayacağı için bu lafzı kullanamadık. “Karı” demek pek kaba düşeceğinden bunu mecburen diyemedik. Başından henüz nikâh geçmeyenlere “matmazel” denildiği için biz de kız dedik.
Bazı kere nahif ve esmer olanlar da güzel olurlar. Bunlara da “esmer güzeli” derler. Hâlbuki Rizet oldukça çirkin bir kızdı. Ancak hep gülerdi. Kendisine elli liralık yüzük veya bilezik hediye edene de gülerek teşekkür ederdi. Kendisine elli paralık bir bira ihsan edene de gülerek teşekkür ederdi. Ya her ikisine de gülmekte hakkı yok muydu?
Elli liralık hediye sahibinin hediyesine önceden peşin olarak gülerdi. Elli paralık bira takdim eden zavallıya ise sadece daha ziyadeye kudreti olmayan acezeden iken hâlâ filan geliyor hâlâ kendisine alevlenip yelteniyor diye gülerdi.
Bu kız hakikaten çirkindi. Tıpkı bülbül gibi! Çirkinliğinin yanında sesi tahrik ediciydi. Çok para kazanmış, hâlâ da kazanıyorken Rizet’te henüz dünyalık denilen şeyden eser olmadığı ortadaydı. Çamaşırcısının hesabını görür. Bir mendil ile bir jüponun unutulmasından hoşlanmaz ve kadından bir frank elli santim keserdi. Ertesi gün çamaşırcı kadın gelir kız kardeşi hasta olduğundan bahisle ileride yıkayacağı çamaşıra karşılık para ister. Rizet ona karşılık değil; yardım olarak bir şeyler vermek ister. Parası olmadığından Flamme müdürüne gidip alelhesap bir miktar istediği hâlde her zaman böyle yardımlar, sadakalar için para almaktan dolayı iki buçuk üç aylığını evvelden almış bulunduğu hakkındaki ihtarı “Sen adam olmayacaksın Rizet! Alıp verdiğini bilmiyorsun!” tarzında bir de tekdirle beraber alırdı. Hâlbuki kız kardeşi hasta olan çamaşırcıyı eli boş gönderemeyince,