Ахмет Мидхат

Bahtiyarlık


Скачать книгу

âcizânem’ demek hata addolunmaz da ‘eb-i âcizânem’ denildiğinde herkes güler artık buna akıl mı erdirilebilir?”

      Sonuç olarak Senai, Frenklikten başka hiçbir şeyi beğenmez bir adam olmuştu. Hatta cihanda kendisinden başka hiç kimseyi beğenmediği hâlde kendisinde de beğenmediği yalnız bir şey vardı. O da Osmanlı doğmuş bulunmasından ibaretti. Bunu düşündükçe büyük üzüntü duyardı ve derdi ki:

      “Ah! Pederimin bu kadar emlaki Avrupa’da olsaydı da ben de Avrupa’da doğmuş bulunsaydım gerçekten bir marki veyahut kont olurdum. Türk doğmuş bulunduktan sonra velev ki aristokratlardan velev ki zenginlerden ol. Yine Türk’sün barbarsın vesselam!”

      Senai’nin gençlik hâllerini şu kadarcık görmüş olduğumuz hâlde şunu da hatırlatmalıyız ki, Senai asıl köylülüğü istemeyip şehirlilik âleminde bahtiyarlık aramakta bulunduğuna göre eğer İstanbul şehirliliğine mahsus olan bahtiyarlığı aramış olsaydı bu bahtiyarlığın epeyce büyük bir derecesine nail olarak gençliğinden pek güzel istifade edebilirdi. Nazarında İstanbul büyük bir köy menzilesindeydi. Asıl şehir ise Avrupa olarak sayıldıktan sonra Senai bir kere Osmanlı yaşantısı dâhilinde bulunabilecek bahtiyarlıktan kendini mahrum etti. Hâlbuki asıl uygarlaşma addettiği alafrangalık âlemine dahi girememiştir. Zira Avrupa yaşantısı Flamme gibi yerlerde rezilce sürtmekten ibaret değildi. Namuslu, terbiyeli kibar âlemine mensup olan Avrupalılar da bu rezilliği kesinlikle kabul etmemektedirler.

      Bari Senai içinde bulunduğu israf ve sefahat âleminde olsun kendini bahtiyar bulabiliyor muydu? Zira en doğru bir tarifine göre bahtiyarlık demek insanın bahtiyar olduğuna inanıp tatmin olması demektir.

      Heyhat! Senai şu devam ettiği sefahat ve israf hayatında dahi kendisini bahtiyar bulamıyordu. Zavallı çocuk nasıl bahtiyar olabilsin ki! Bahtiyarlığının tamamlayıcısı olmak üzere her ne hayalde bulunursa bulunsun, hayallerinden hiçbirisini icra edemiyordu. Mesela tek arzusu Avrupa’ya gitmek olduğu hâlde gidemiyordu. Bu emelini icra için paraya muhtaç olduğu hâlde bulamıyordu. Para bulması pederinin vefatına bağlı olduğu hâlde babası hayattaydı. İçinde yaşadığı sefahat âleminde aynen bir Frenk gibi davranmak ve kendisini Osmanlılıktan başka göstermek istediği hâlde tabii olarak her hâl ve tavrı Frenkliğinin acemiliğini gösteriyordu. Ashap ve ahbabına kendisini gülünç gösteriyordu. Mesela Flamme kahvehanesinde bir tellal bile Senai’nin uşağı olamazken şu sefih hayatta yine Senai’den maharetli görünerek zavallı Senai onun dahi mağlubu ve mahcubu oluyordu.

      Hele bu mahrumiyetlerin dışında olmak üzere Osmanlı takımı da Senai’yi “düzme Frenk” ve “tatlı su Frenk’i” gibi aşağılayıcı teşbihlerle küçümsemeye çalışırlardı. İşte böyle her cihetten mahrum ve namsız olan zavallı çocuk için şu dünya bahtiyarlık dünyası değil hakikaten sefalet ve ızdırap dünyası olmuş kalmıştı.

      ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

      “Şinasi”

      Hüdavendigâr vilayeti dâhilinde Sultanoku Sancağı’nda bulunuyoruz. Mevsim dahi kasımı yirmi gün geçmiş olan bir zamandır.

      Bir Anadolu haritasına nazar edildiği zaman, vatanımızın bütün dünya yüzünde büyük bir Bâğ-ı İrem7 olmaya salahiyet şanıyla yaratılmış bulunduğuna insanın şüphesi kalır mı? Karadeniz, Marmara ve Akdeniz, vatanımızı üç taraftan süsleyerek çevirmiştir. Fırat ve Dicle gibi büyük nehirler, dördüncü denizimiz olan Basra Körfezi’ne vararak Kızıldeniz dahi beşinci denizimiz olarak Hint Denizi’ne doğru bize yol açmaktadır.

      Vatanımızın şu umumi güzelliği arasında hayretli nazarlar, bilhassa Hüdavendigâr vilayetine münhasır kalır. Toros Dağları’nın en güzel şubeleri bu vilayet dâhilindedir. Sakarya, Kırkpınar ve Nilüfer gibi en güzel nehirler bu mübarek kıta dâhilinde çağlar. Dağları, dağlıktan gelen bir güzellik ve menfaatin her türlüsünü kapsıyor. Ovaları, ovalardan beklenebilen tüm güzellik ve verimi üzerinde taşıyor.

      Okuyucularımızın hayallerini sevk ettiğimiz Sultanoku Sancağı ise Sakarya Nehri’nin sahilinin solunda bulunuyor. Porsuk çayı ve Pitekas Deresi gibi akarsuları ve güzel arazisiyle en ziyade nazarlara çarpıyor. Hele Osmanlı’nın ilk şaşaalı yerleri olmasıyla da buranın Osmanlılar nazarındaki kutsiyeti hiçbir şeye kıyas kabul edemez.

      İşte mevsimin kasım ayında yirmi gün sonra olduğunu haber verdiğimiz bir zamanda şöyle güzel bir sancak içinde bulunuyoruz.

      O sancağın da kuzeybatısındayız ki, Pitekas Deresi’nin Ermeni Dağı’ndan başlayarak Ermeni Derbendi’ni geçtikten sonra Bozok Ovası’na doğru indiği bir yerinde yani asıl Bozok kasabacığının iki buçuk saat kadar kuzeydoğusu tarafındayız.

      O gün malum yerde seksen yüz kadar köylüler toplanarak bir ark kazmakla meşguldüler. Fakat bunlar gündelikçi değillerdi. Angaryaya da gelmemişlerdi. Belki yine kendi ziraat işleri için bu çalışmada bulundukları, aralarında geçen sözlerden anlaşılıyordu.

      İçlerinden iş başı hâl ve tavrını takınmış Köse Muhtar isminde birisi vardı. Bu adam: “Haydi çocuklar! Akşamdan evvel bir gayret daha!” diye ameleyi ziyadece teşvik ettiğinde ameleden bazıları: “Bu İstanbullu da nerenin cehenneminden başımıza geldi? Türlü türlü icatlar çıkarıyor.” diye mırıldanmaya başladıklarından Köse Muhtar bunlara nasihat için dedi ki:

      “Nankör herifler! İstanbullu size güzel güzel akıllar öğrettiği için mi fena oldu? A be herifler! Bu çocuğun ne olduğunu henüz anlayamadınız mı? Herif kuluçkasız piliç çıkartıyor be! Dört tahtadan bir sandık yaptı; içine rakı ile mi, ne ile yanan bir kandil koydu. Bastı yumurtayı! Bastı yumurtayı! İki yüz pilici birden çıkarttı! Evvelki sene kuraktan tarlalarımızda ot bile yokken onun pamukları adam boyu yükselip kozalakları kafamız kadar oldu! Hâlbuki herif tarlasını sulamak için kanal açarken ‘Buraya patlıcan mı ekecek? Hiç pamuk tarlası sulanır mıymış?’ diye gülüyorduk. Sonra şu araziyi on beş günlük sürmekle su altına alabileceğini söyledi. Hepimiz kandık. İşte başladık! Başlayalı beş gün olduğu hâlde bakınız ne kadar iş gördük? Herif öyle kör kazma, ağaç, kürek, küfe ve sepetle iş görmüyor! Bir kere şu elinizdeki kazmaya bakınız! Toprağa gösterir göstermez gömülüp gidiyor. Şu demir kürekleri rüyanızda gördüğünüz var mıydı? Bir daldırışta otuz okka toprak kaldırıyorlar. Ya şu el arabalarına ne dersiniz? Yüz yirmi okka toprağı bir adam kaldırıp iki dakikada yüz yirmi adım yere götürüyor. Çocuğun dediğini yapacak olursak bütün beş yüz dönüm yeri su altına alıp pamuk ekeceğiz. Allah da inayet ederse ilk senesinin mahsulüyle bütün zahmetimizi çıkarabileceğiz.”

      Конец ознакомительного фрагмента.

      Текст предоставлен ООО «Литрес».

      Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

      Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.