yok Renée.” dedi. “Mösyö de Villefort, diyordum ki; Bonapartçılarda ne bizim inancımız ne de heyecan ve bağlılığımız vardır.”
“Evet madam fakat onlarda bütün bunların yerini tutan başka bir şey var: Körü körüne bağlılık. Napolyon, bütün bu aşağılık fakat hırslı insanlar için Batı’nın Muhammed’idir. Onlar için yalnız bir kanun yapıcısı ve başkan değil, aynı zamanda bir sembol, eşitliğin canlı bir timsalidir. Robespierre aşağılatıcı bir eşitliği temsil etti. Kralları giyotine gönderdi. Hâlbuki Napolyon’un eşitliği ‘yükseltici’ oldu. O, halkı tahtın seviyesine çıkardı.”
Markiz, “Herhâlde siz de farkındasınız Mösyö de Villefort…” dedi. “Sözlerinizde kuvvetli bir ihtilal kokusu var fakat ben sizi affediyorum. Bir Girondin’nın oğlundan da eski bir mayanın lezzetinden tamamıyla kurtulmuş olması beklenemez.”
Villefort kızardı.
“Babamın bir Girondin olduğu muhakkak madam.” dedi. “Fakat ben kendimi onun, yalnız fikirlerinden değil, isminden de ayırdım. Babam eskiden olduğu gibi belki hâlâ da bir Bonapartçıdır. Adı da Noirtier’dir. Ben ise kralcıyım. Adım da Villefort. Bırakın ihtilalci öz, kurusun ve yaşlı gövdenin içinde ölsün madam. Elinde olmadan hatta isteği dışında o gövdeden yetişmiş olan genç dalı bırakın da ondan tamamıyla kurtulsun.”
Marki, “Bravo Villefort!” dedi. “Güzel konuştun. Ben boş yere karımı geçmişi unutmaya zorladım. İnşallah sen bu hususta daha başarılı olursun.”
Markiz cevap verdi: “Peki, geçmişi unutalım. Ben razıyım fakat siz de gelecekte fikir değiştirmeyeceksiniz Mösyö de Villefort. Elinize bir fesatçı düştüğü zaman, onlarla iş birliği hâlinde olması muhtemel bir aileden geldiğiniz için yakından takip edileceğinizi unutmayın.”
“Ne yazık ki mesleğim ve bilhassa içinde bulunduğumuz şartlar beni çok şiddetli davranmaya mecbur ediyor madam. Bugüne kadar birçok siyasi olayla karşılaştım. Bu olaylar, ne dereceye kadar şiddetli davranabileceğim konusunda bana bir fırsat verdi. Maalesef bu gibi olayların sonu da alınmış değildir.”
“Sahi mi?”
“Maalesef. Napolyon, hemen hemen kıyılarımızdan dahi görünebilecek bir yer olan Elba Adası’nda. Onun böyle bir yerde olması taraftarlarının hiçbir zaman ümitlerini kaybetmemelerine sebep oluyor.”
“Eğer bu memlekette hâkim olan kral ise onun da hükûmeti kuvvetli, hükûmet adamları azimli olmalı. Kötülük ancak bu suretle önlenebilir.”
Villefort gülümsedi.
“Maalesef madam. Savcı daima kötülük işlendikten sonra gelir.”
“O zaman işi düzeltmek size düşüyor.”
“Müsaadenizle söyleyeyim ki madam biz kötülüğün meydana getirdiği zararları gidermeyiz; ancak öç alırız.”
O sırada bir uşak içeri girerek Villefort’nun kulağına bir şey fısıldadı. Villefort sofradakilerden özür diledi. Çıktı. Birkaç dakika sonra döndü. Nişanlısına “Hürriyetime sahip değilim ki!” dedi. “Burada, evlendiğim gün bile buldular beni!”
Genç kız merakla sordu: “Ne var?”
“Mühim bir mesele imiş. Galiba Bonapart taraftarı bir olay meydana gelmiş.”
Markiz, “Ne diyorsunuz!” dedi.
“Size ihbar mektubunu okuyayım.”
Sonra yüksek sesle mektubu okudu:
“Tahtın ve dinin bir taraftarı tarafından savcıya ihbar edilir ki; İzmir’den kalktıktan sonra Napoli ve Elba Adası’na uğrayarak bu sabah buraya gelen Firavun gemisi ikinci kaptanı Edmond Dantés, kendisine emanet edilen bir mektubu Napolyon’a vermiş; Napolyon da kendisine, Paris’teki Bonapartçı gruba götürülmek üzere bir mektup tevdi etmiştir. Dantés tutuklanarak ihbarımızı doğrulayıcı bilgi elde edilebilir. Çünkü bu mektup ya kendisinin üstünde ya babasının evinde yahut da Firavun gemisindeki kamarasındadır.”
Renée, “İyi ama mektup imzasız.” dedi. “Hem sana değil, savcıya yazılmış.”
“Savcı izinli. Kendi adına gönderilecek bütün mektupları açmaya kâtibi yetkilidir. O da bu mektubu açmış, beni aratmış, bulamayınca adamın tutuklanmasını emretmiş.”
Markiz, “Git öyleyse oğlum.” dedi. “Bizimle beraber olmak için vazifeni ihmal etme. Krala karşı vazifen senin nerede olmanı gerektiriyorsa oraya git.”
Villefort odadan çıkar çıkmaz yüzündeki neşeli ifade kayboldu. Kendi arkadaşlarının hayatı konusunda karar vermek üzere çağrılmış bir insanın vahim ruh hâline büründü. Kendisini tamamıyla kurtaramadığı takdirde geleceği için çok tehlikeli olması muhtemel olan babasının siyasi fikirleri hakkındaki endişesi dışında Gerard de Villefort, şu anda bir insan için mümkün olamayacak kadar mesuttu. Henüz yirmi yedi yaşında olmasına rağmen zengindi ve adliyede iyi bir mevkisi vardı. Delicesine olmamakla beraber, bir savcı yardımcısına yakışır şekilde mantıklı bir ölçü ile sevdiği güzel bir kızla evlenecekti. Matmazel de Saint Méran güzel olduğu kadar, sarayda yüksek mevkisi olan bir aileye de mensuptu. Üstelik yüz elli bin frank değerinde bir çeyizi vardı ve yarım milyon franklık bir mirası kazanmaya adaydı. Bütün bunlar bir araya gelerek Villefort’nun saadetini tamamlıyordu.
Bir polis komiserini kapıda kendisini bekler hâlde buldu. Onu görür görmez de daldığı hayal âleminden sıyrılarak ayaklarını yere bastı. Yüzüne daha da ciddi bir ifade vererek “Mektubu okudum.” dedi. “Adamı tutuklamakla iyi yaptınız. Şimdi bu adam ve tertip hakkında ne biliyorsanız söyleyin.”
“Fesat hakkında henüz hiçbir bilgimiz yok efendim. Üstünde bulduğumuz bütün evrakı mühürledik. Mektupta okuduğunuz gibi sanığın adı Edmond Dantés’dir ve Morrel ve Oğlu firmasına ait olup İskenderiye ile İzmir’den pamuk taşıyan üç direkli Firavun gemisinin ikinci kaptanıdır.”
O sırada bir adam Villefort’ya yaklaştı. Bu, Mösyö Morrel’di.
“Sizi bulduğuma çok sevindim Mösyö Villefort.” dedi. “Garip, gülünç bir yanlışlık yapıldı. Gemimin ikinci kaptanı Edmond Dantés’yi tutukladılar.”
“Biliyorum efendim. Şimdi gidip kendisini sorguya çekeceğim.”
“Siz Dantés’yi tanımazsınız. Dünyanın en efendi, en güvenilir adamıdır.”
Daha önce de gördüğümüz gibi Villefort, şehrin asil tabakasına; Morrel ise aşağı sınıfa mensuptu. Birincisi hararetli bir kral taraftarı idi. Ötekinin ise Bonapart taraftarı olduğundan şüphe ediliyordu. Villefort onu hor gören bir bakışla soğuk bir şekilde cevap verdi: “Eğer sanık suçlu değilse bana boş yere müracaat etmemiş olduğunuza emin olabilirsiniz. Sıkıntılı günler geçiriyoruz. Eğer sanık suçlu ise vazifemi yapmaya mecburum.”
O sırada adliye binasının önüne gelmişlerdi. Villefort soğuk bir şekilde gemi sahibinden müsaade isteyerek binaya girdi.
Binanın avlusu, Dantés’yi muhafaza eden asker ve polislerle doluydu. Villefort ona bir göz attı. Bir polisin kendisine verdiği kâğıtları aldı ve dışarı çıktı. Dantés hakkındaki ilk intibası olumluydu fakat esaslı bir siyaset düsturu olarak ilk intibalara güvenmemesi gerektiğini duymuştu. Villefort bu düsturu intibalarına olduğu kadar hislerine de tatbik ederdi. Bu bakımdan iyi hislerini frenledi, vahim durumlardaki yüz ifadesini aldı. Kaşlarını çatarak masasının başına oturdu.
Bir müddet sonra Dantés içeri girdi. Yüzü hâlâ solgundu fakat sakindi ve gülümsüyordu. Villefort’yu nezaketle selamladı.