Зия Гёкальп

Türk Devletinin Tekâmülü


Скачать книгу

misallerine çok tesadüf edilir.

      Fransızca La Grande Encyclopedie, Hunlar maddesinde, en büyük muzafferiyetler anında bile Attila’ya ne zaman sulh teklif edilmişse derhâl kabul ettiğini yazıyor. İşte Attila’nın hakiki siyaseti! Düşman bile istemeyerek onun faziletini itirafa mecbur oluyor. Attila’nın muharebeleri, dâhilî kavgalarla mezbaha hâlini almış olan Avrupa’da, “umumi bir sulh” vücuda getirdi. Cermenlerin devlet teşkilatına alışmaları, aralarında sulhun, adaletin takarrürü, Hunların terbiyevi idareleri altında yaşamaları sayesinde vukuya geldi. Avrupalılara göre Attila, kendi kendine “Allah’ın Belası” unvanını veriyormuş: Bu da bir tahrif. Hun Hükümdarlarının eski zamanlardan beri unvanı “Tanrı Kutu=Allah’ın İnayeti” idi. De Guignes, hakikati, bir asırdan beri meydana koyduğu hâlde, Attila’nın unvanını tashihe çalışmamak Avrupalıların garazkârlığına delalet etmez mi? “Tatar” kelimesini “cehennem” manasına “Tartar” yapan Avrupalılar, “Allah’ın İnayeti” manasına delalet eden bir unvanı da aksi manaya çeviremezler mi? Eski Türklerde bir siyasi cemiyet kendi zümresine “iç il” adını verdiği gibi, başka milletlere de “dış il” adını verirdi. İlhanlıklarda “iç il”in dairesi, bütün Türkleri ihtiva edecek kadar genişlerdi. Orhun Kitabesi Çin, Tibet, Hıtay gibi milletlere “çulkı(?)=dış il” adını veriyor. Bu tabir gösteriyor ki “il dini”, Türklerde “millet mefkûresi” gibi bir de “beynelmileliyet mefkûresi” doğurmuştu. İlhanların yuğlarında (matem bayramlarında), yalnız “iç il”den olan ecnebi devletlerin de murahhasları bulunurdu. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki “il” kelimesinin iki manasından “sulh” manası daha eskidir. “İlçi” tabiri “sulhçu” mefhumunu ifade eder. Türklerin aşiret hayatı yaşadığı devirlerin bazı izleri darbımesellerde kalmıştır: “Kanı kan ile yıkarlar, kalanı su ile yıkarlar.” Sonraları “dâhilî sulh” teessüs edince bu atasözleri şu şekle girdi: “Kanı kan ile yıkamazlar, kanı su ile yıkarlar.” İşte bu iki halk sanihasından birincisi bize boy hayatını, ikincisi il hayatını gösterir.

      Türkler, en eski zamanlarda “il” şeklinde muntazam devletler teşkil etmişlerdi. Devletin aşiretten farkı, “kan davası” kaidesini ilga etmesidir. Bir zümrede “kan davası” tesanüdü varsa o aşirettir. Bir zümre “kan davası”nı menetti mi artık o, devlet mahiyetini almıştır. Türklerin eski kanunnameleri elimizde olmadığı için, bizzarure bunlardan alınma olan Çingiz Yasası’na müracaat edeceğiz. Mahmut Esat Efendi’ nin Dareste’den tercüme ettiği, Tarih-i İlm-i Hukuk adlı eserinin 122. sahifesinde şöyle deniliyor: “İfâdât-ı sabıkadan müsteban olacağı üzere, Çingiz Han’ın yasası eski intikam-ı dem hakkını refederek yerine reis-i hükûmet namına ve onun emri ile icra edilen ceza-i hakikiyi ikame etmiştir. Ceza-i mali, ceza-i bedeniyenin fidyesinden ibarettir. Zamanımıza kadar vasıl olan kalîlülmikdâr fıkarattan istinbat olunabildiğine göre tarafeyn beyninde akd-i sulh mevzubahis değildir.”

      Bundan anlaşılıyor ki Türklerde eski zamandan beri ceza, hukuk-i ammeye aitti. Fertlerin hayatını, malını, ırzını muhafaza etmek velayet-i ammenin borcuydu. Bunlara karşı vuku bulacak taarruzların faillerine ceza tayin ve tatbik etmek de velayet-i ammeye ait bir salahiyetti. Katil, cerh gibi meselelerde, diyet verip uyuşmak, velayet-i ammenin hakkına tecavüz olduğu cihetle memnu idi.

      Türklerde il şeklindeki devletin teamülî bir hukuku vardı ki buna “töre” adı verilirdi. Zaten “Türk” kelimesi “töreli” manasınadır. “Töre”siz olan kavimlere “tat” ve “tatar” namları verilirdi. “Tat”lar Türk medeniyetinin haricinde yaşayan yabancı milletlerdi: Tacikler, Soğdaklar, Farsiler gibi. Tatarlar ise Türk medeniyeti dâhilinde yaşadığı hâlde, aşiret âdetlerini muhafaza eden Moğollarla Tunguzlardır. Tatarların henüz il hayatına girmediğini Câmiü’t-Tevârîh bize şu suretle anlatıyor: “Tatar kavmi birçok şubelerden mürekkep olup takriben yetmiş bin haneyi muhtevi idi. Ülkesi Çin hududu ile Boyır Gölü’ne mücavirdi… Her aşiret hususi bir sahaya malikti. Tatarlar, ekser zamanda, Hıtay İmparatorluğu’nun tebaası ve haracgüzârı idi. Fakat ekseriya filan yahut falan aşiretleri isyan eder ve ancak silah kuvvetiyle itaat altına alınırdı. Çok defa da aşiretler birbirleriyle muhabere ederlerdi. “Tatarlar”3 (Şol=Berberî) ve Frank kavimleri gibi ufak bir münazaa sebebiyle yekdiğerine bıçak yahut kılıç sallamakla maruf idiler. Bugün Çingiz Moğolları arasında mevcut olan zapturapt onlarda yoktu. Kindar, gazub ve intikamcı idiler.”

      Bu tavsiften anlaşılıyor ki bugünkü Şimal Türklerine Tatar adı vermesi doğru değildir. Şimal Türkleri Eski Bulgar, Hazar, Kuman, Peçenek, Kıpçak, Kanglı Türklerinden mürekkep bir Türk halitasıdır. Bunların hepsi ya il yahut hakanlık ve ilhanlık hayatı yaşamışlardır. Buralara gelmiş olan Tatarlar, yalnız Avarlar, Suvarlar, Kalmuklardır ki Şimal Türkleri arasında bunların hiçbir izine tesadüf edilemez. Hülasa Tatarlar, Türklerin “töre”siz kalmış amcazadeleri ve dastani düşmanları idi. Çok zamanlar, Türkler, Tatarlara hâkim olmuşlar, bazen onların hükmü altına girmişlerdi. Oğuz menkıbeleriyle bazı izlerini muhafaza eden Türk Şehnamesi, Türklerle Tatarların daimî mücadelelerinden ibarettir.

      Türklerde müstakil boy hayatını ancak bir inhilal neticesi olarak bulmuştuk. Eski Türklerde cemiyetin en umumi şekli ildir. “Türk Töresi”ni anlamak, ancak il teşkilatını iyi bilmekle kabil olabilir. Binaenaleyh, biz burada, ilin muhtelif enmuzeçlerini tetkik edeceğiz.

      Türk ili, aşağıdaki üç enmuzece irca edilebilir:

      1. Dört “boy”un ittihadından husule gelen “küçük il”

      2. İki “küçük il”in birleşmesinden doğan “orta il”

      3. İki “orta il”in birleşmesinden vücut bulan “büyük il”

      KÜÇÜK İL 4

      “Küçük il”, dört boyun siyasi bir vahdet hâline girmesi demektir. Boyların mutlaka dört olması, cihetlerin dört olmasından ileri gelir.

      “Küçük il”, “küçük natürizm” adını verebileceğimiz bir dinî sisteme istinat eder. Türklerin, boy devrinde iken dinî sistemlerinin “totemizm” olduğu bazı izlerden anlaşılıyor. Boyların ittihadından “küçük il” teşekkül ederken bu “totemizm”in “küçük natürizm” sistemine istihale ettiğini görüyoruz.

      Şairane bir din olan “küçük natürizm”e göre dört cihetten her birinin kendine mahsus bir kutsiyeti vardır. Bu kutsiyetler birtakım timsallerle irae edilir:

      Bu timsallerden birisi renklerdir. Aşağıdaki dört renkten her biri, dört cihetten birinin kutsiyetine delalet eder:

      Manevi timsaller olan bu dört rengi maddi renklerle karıştırmamalı! Türkler, bu dört rengi maneviyata hasredebilmek için bunların maddi manalarına ayrı kelimeler tahsis etmişlerdir:

      Türkçede selika sahibi olanlar bu zahirî müteradifler arasındaki derin farkları bilirler: Mesela “siyah” çehreli bir adamın yüzü “ak” olabilir. “Beyaz” çehreli bir insanın da yüzü “kara” çıkabilir. Bundan başka “kızıl inkılapçı, kızıl sosyalist” denilebilir; fakat “kırmızı inkılapçı, kırmızı sosyalist” denilemez. Nasıl ki “Gök Tanrı”, “Gök Türk”, “Gök Sancak” tabirlerinde de “gök” kelimesi yerine “mavi” kelimesini koyamayız.

      Lisanımızda renklerin iki adlı olanları da bu saydıklarımıza münhasırdır. Öteki renklerin yalnız birer adı vardır: Mor, Sarı, Yeşil, Boz…

      Bu