kurşunlamalı, sizi kırbaçlamalı! Fakat bunu yapan birileri çıkmadığı için haklısınız. Tıpkı kendi kusmuğunu yiyen köpek gibi öfkesini tutanlar varsa… Haklısınız, insan böyle korkak, böylesine acınası korkak olduğu sürece haklısınız… Gidip o utanmazı kolundan tutup sizden uzaklaştırmayınca… Sadece susup orada durup, midem ağzımda, korkak… Korkak… Korkak!” Elleriyle parmaklığa tutundu yaşlı adam, öfkesinden titriyordu. Ve birden ayağının dibine tükürdü ve sendeleyerek bahçeden çıktı.
Yaşlı adam ağır adımlarla küçük kente doğru yürüdü, bir vitrinin önünde birdenbire durdu. Turistlerin ihtiyacını karşılayacak çeşitli eşyalar vardı; gömlekler, ağlar, bluzlar, balık avlamak için malzemeler, kravatlar, kitaplar, fırın kapları öylesine üst üste konulmuş ve bir piramit oluşturmuştu. Fakat onun gözü güzel eşyaların arasında silik kalan bir şeye takıldı; kalın, kaba, sivri ucu demirli, elde tutması zor ama vurdu mu karşısındakini yere indirebilecek boğumlu bir bastona. “Vuracaksın… Vuracaksın o köpeğe!”
Bunu düşünmek bile zevkten başını döndürmeye yetti. Bu keyifle dükkâna girdi ve o boğumlu bastonu ufak bir miktar karşılığında satın aldı. Ve bastonu eline alır almaz, kendisini daha güçlü hissetmeye başladı. Zaten silah fiziksel güçsüzlerin kendilerini güvende hissetmelerini sağlar. Bastonu tuttuğunda adalelerinin sertleştiğini hissetti: “Yere indireceksin! Yere indireceksin o hayvanı!” diye kendi kendine mırıldandı ve farkında olmadan sendeleyerek yürümeyi bıraktı. Adımları yere daha sert, daha sağlam, daha hızlı basmaya başladı. Yürümeye devam etti, kumsal boyunca bir aşağı, bir yukarı yürüdü. Ter içinde kalmıştı ama hızlı yürümekten değil, hırsı yüzünden. Çünkü eli bastonun kalın sapını gittikçe daha sert tutuyordu.
Silahıyla lobinin mavimsi gölgeli serinliğinin içine daldı, öfkeli bakışları hemen görünmez düşmanlarını aradı. Gerçekten de bir köşede, yumuşak hasır koltuklara kurulmuş, bir arada oturuyordu hepsi, ince kamışlarla viski ve sodalarını içiyor, dünyayı umursamadan neşe içinde sohbet ediyorlardı, karısı, kızı ve kaçınılmaz hep yanlarında olan o üç adam: “Hangisiydi o, hangisiydi?” diye içinden geçirirken ağır bastonu iyice sıkıyordu. “Bunların hangisinin kafasını parçalasam? Hangisinin, hangisinin?” Ancak onun böyle huzursuzca aranmasını yanlış anlayan Erna kalkıp yanına geldi: “Buradaymışsın işte babacığım. Her yerde seni aradık. Biliyor musun, Bay Von Medwitz bizi Fiat arabasıyla Dezensano’ya kadar gölün kenarından götürecek.” Bunu söylerken bir taraftan da onu nazikçe masaya doğru götürüyordu ve sanki bu davet için teşekkür etmesini istiyor gibiydi.
Beyler kibarca kalkmış, tokalaşmak için ellerini uzatmışlardı. Yaşlı adam titriyordu. Ama kolunda kızının yumuşak, yatıştırıcı varlığı vardı. İradesini zorlayarak kendisine uzatılan elleri peş peşe sıktı ve sessizce oturdu, bir puro aldı ve diğerleri onu yok sayarak sohbetlerine kaldıkları yerden Fransızca devam edip hep beraber neşeli kahkahalar atarken öfkesini birbirine vuran dişlerinin arasındaki yumuşak tütünden çıkardı.
Yaşlı adam sessizce koltuğa büzülmüş purosunu öyle çiğniyordu ki dişlerinin arası kahverengi sıvıyla doldu. “Hakları var… Hakları var…” diye geçirdi içinden. “Yüzüme tükürmeliler benim! Şimdi bir de elimi uzattım onlara! Üçüne birden ama onlardan birinin o şerefsiz olduğunu biliyorum! Onunla aynı masada sakin sakin oturuyorum… Kafasına bir tane vurmuyorum, hayır, kafasına bir tane vurmuyorum, nezaketle elimi uzatıyorum ona! Haklılar, benimle alay ediyorlarsa çok haklılar! Ve sanki ben hiç yokmuşum gibi kendi aralarında konuşmaları! Sanki ben çoktan toprağın altına girmişim gibi… Oysa ikisi de, Erna da annesi de benim tek kelime Fransızca anlamadığımı biliyor. İkisi de biliyor, ikisi de, ama en azından burada böyle gülünç, böyle korkunç gülünç bir şekilde oturmayayım diye göstermelik bir şey bile sormuyorlar… Onlar için havayım, hava! Rahatsız eden, huzursuz eden biriyim. Utandıkları, ama para getirdiği için atamadıkları biriyim. Para, para, bu pis ve iğrenç para! Vererek ahlaklarını bozduğum para! Tanrı’nın laneti üzerinde olan para! Tek kelime konuşmuyorlar benimle, karım, kendi kızım, sadece bu aylakları, bu züppeleri görüyor gözleri… Onlara nasıl da gülücükler dağıtıyorlar, sanki adamların elleri vücutlarında geziniyormuş da gıdıklanıyorlarmış gibi gülüşüyorlar! Ve ben, ben hepsine katlanıyorum… Burada oturuyor, nasıl güldüklerini dinliyorum ve hiçbir şey anlamıyorum, bir yumruk indireceğime burada oturuyorum. Gözlerimin önünde çiftleşmeye başlamadan önce bastonumu indirip kafalarını dağıtacağıma tüm bunlara izin veriyorum. Burada öyle oturuyorum, sessiz, aptal, korkak… Korkak… Korkak…”
“İzin verir misiniz?” diye sordu tam o anda İtalyan subay yarım yamalak Almancasıyla ve çakmağa uzandı.
Öfkeli düşüncelere dalmış yaşlı adam birden korkuyla ayağa fırladı ve hiçbir şeyin farkında olmayan adama kızgın gözlerle baktı. İçindeki öfkesi hâlâ sıcaktı. Bir an eliyle bastonunu kavradı. Ama sonra dudakları yine aşağıya doğru düştü ve anlamsız bir sırıtışa dönüştü “Ah, buyurun!” dedi ve tekrarladı keskin bir sesle. “Tabii izin veririm, hah! Her şeye izin veririm… Ne isterseniz… Hah… Her şeye izin veririm… Neyim varsa emrinize amadedir. Benim her şeyime izin var!”
Subay şaşkınlık içinde ona baktı. Dili iyi bilmediğinden tam olarak anlayamamıştı. Ancak bu çarpık, sırıtkan gülümseme onu huzursuz etmişti. Alman bey gayriihtiyari yerinden fırladı, iki kadının yüzü kireç gibi bembeyaz olmuştu, bir an için şimşek çaktıktan sonra gök gürültüsünün sesi gelene kadar geçen o kısa süredeki an gibi aralarındaki hava dondu.
Ama sonra yüzünün vahşi gerginliği gevşedi, sımsıkı tuttuğu baston avucunun içinden kayıverdi. Yaşlı adam tekme yemiş bir köpek gibi içine çekildi, kendi cüretinden korkmuştu, utanarak öksürdü. Bu nahoş gerginliği yumuşatmak için Erna alelacele yarım kalan konuşmayı yeniden başlattı. Alman baron gözle görülür bir çabayla neşeli cevaplar verdi, birkaç dakika sonra ara verdikleri konuşmaları yine tasasızca devam etti.
Yaşlı adam çene çalanların arasında çevreyle tüm ilgisini kesmiş bir hâlde oturuyordu, uyuduğu sanılabilirdi. Elinden kayan ağır baston bacaklarının arasında öylesine sallanıyordu. Eline yasladığı başı gittikçe daha aşağıya kayıyordu. Ama artık kimse ona dikkat etmiyordu: diğerlerinin konuşmaları onun suskunluğuna rağmen devam ediyordu, bazen espriler ve kahkahalar çınlıyordu başının üzerinde fakat o bunların altında, utanç ve acıya boğulmuş, sonsuz karanlığın içinde hiç kımıldamadan oturuyordu.
Üç bey ayağa kalktı, Erna aceleyle, anne biraz daha ağırdan peşlerinden gitti. Yapılan bir teklifi neşeyle kabul ederek yan taraftaki müzik odasına geçtiler, orada oturup kalmış adamı özellikle çağırmaya kimse gerek duymadı.
Aniden çevresini saran boşluğu fark eden adam uyandı, aynı geceleyin üzerindeki yorgan düşüp de çıplak bedenine soğuğun vurmasıyla uyanan biri gibiydi. Farkında olmadan bakışları boş koltuklara takıldı ancak tam o sırada yandaki piyano salonundan gürültülü ve çekici bir caz sesi geldi, kahkahalar ve neşeli sesler duydu. Yan tarafta dans ediyorlardı. Evet, dans! Her zaman dans… Bunu iyi becerirlerdi! Kanları kaynayıncaya kadar, birbirlerini kızıştırıncaya kadar birbirlerine sürtünürler. Akşamları, geceleri ve gündüzleri, tembeller, aylaklar dans ederler, böylece kadınları baştan çıkartırlar.
Öfkeyle kaba bastonunu aldı ve ayaklarını sürüyerek arkalarından gitti. Kapıda durdu. Alman binici piyanonun başına oturmuş, dans edenleri de görmek için biraz yana dönmüş, ezbere bir Amerikan sokak şarkısını çalıyordu. Erna subayla dans ediyordu, hantal ve ağır annesini ise uzun boylu Kont Ubaldi ritmik hareketlerle öne arkaya doğru zorlanarak hareket ettiriyordu. Fakat yaşlı adam sadece