kollarından ayırmak için onlara yanaştı. Ama kızı babasını fark etmedi. Her hareketiyle kendisini müziğin ritmine, onu yönlendiren ve baştan çıkaran adamın kollarına bırakmıştı. Başı arkaya eğik, aralık dudakları nemli, kendinden geçmiş, kendini unutmuş bir hâlde müziğin yumuşak dalgalarında sallanıyor, mekânı, zamanı ve çevresindeki insanları unutmuş, titreyen, güçlükle nefes alan, kan hücum etmiş gözlerini fanatik bir öfkeyle kendisine dikmiş yaşlı adamı görmüyor, dansa devam ediyordu.
Sadece kendisini, kendi genç uzuvlarını hissediyordu. Gürültülü ve karışık dans müziğine bıraktığı genç bedeninin, sadece kendisinin farkındaydı, bir de eril bir nefesin onu arzuladığını, güçlü bir kolun vücudunu sardığını ve bu yumuşak süzülüş sırasında şehvetli dudakları ve teslim olma isteğiyle adama sarılmamak için kendini tuttuğunun farkındaydı. Ve tüm bunları yaşlı adam büyülenmiş, allak bullak olmuş bir hâlde içinde hissediyordu. Dans, kızını kendisinden uzaklaştırdıkça, onu tamamen kaybediyormuş gibi geliyordu.
Müzik aniden sanki bir tel kopmuş gibi parçanın ortasında durdu. Alman baron yerinden fırladı, “Assez joué pour vous.”2 diyerek güldü. “Maintenant je veux danser moi-même.”3 Herkes ona hak verdi, dans eden çiftler ayrılarak sohbet için bir araya toplandı.
Yaşlı adam yine toparlandı. Şimdi bir şeyler yapmalı, bir şeyler söylemeliydi! Böyle beceriksiz ve acınacak bir hâlde, gereksiz birisi gibi burada durmamalıydı! Biraz önce karısı salınarak yanından geçmişti, yorgunluktan nefes nefeseydi ama memnuniyetin sıcaklığı vardı yüzünde. İçindeki öfkeyle birdenbire karar verdi. Karısının yolunu kesti. “Gel!” dedi soluğu tıkanmış ve sabırsız bir hâlde. “Seninle konuşacaklarım var.”
Karısı şaşırarak baktı ona: Adamın solgun alnında ter tanecikleri parlıyordu, gözleri çıldırmış gibi bakıyordu. Ne istiyordu ki? Neden şimdi kendisini rahatsız ediyordu? Tam dudaklarından olumsuz bir cevap çıkacaktı ki kocasının davranışlarında garip ve tehlikeli bir şeyler sezdi, biraz önce yaşadığı öfke patlamasını hatırlayarak isteksizce arkasından gitti.
“Excusez, messieurs, un instant!”4 diyerek beylerden özür diledi önce. “Onlardan özür diliyor.” diye geçirdi içinden, öfkeden kudurmuş adam. “Masadan kalktıklarında benden özür dilememişlerdi. Ben onlar için bir köpeğim, üzerine basılıp geçilen bir paspasım. Ama haklılar, ben bunlara katlanırsam, haklılar.”
Karısı kaşlarını sert bir şekilde yukarıya kaldırmış bekliyordu. Adam öğretmeninin karşısında dudakları titreyen bir öğrenci gibi karşısında durdu.
“Evet?” diye sordu kadın.
“İstemiyorum… İstemiyorum…” diye çaresizce kekelemeye başladı nihayet adam. “İstemiyorum, sizin… Sizin bu insanlarla görüşmenizi istemiyorum.”
“Hangi insanlarla?” kasten anlamamış gibi yaparak ve adam ona hakaret etmiş gibi gücenerek baktı kadın.
“Şuradakilerle.” dedi adam öfkeyle eğik başıyla müzik odasının bulunduğu yeri işaret ederek. “Bana uymuyor… İstemiyorum…”
“Peki neden?”
“Hep bu yargılayan ses tonu…” diye geçirdi aklından. “Sanki hizmetkârıymışım gibi!” Ve daha da heyecanlanarak kekelemeye başladı: “Benim sebeplerim var. Bana uymuyor. Erna’nın bu insanlarla konuşmasını istemiyorum. Her şeyi açıklamak zorunda değilim!”
“O zaman üzgünüm.” diye reddetti kadın sesini yükselterek. “Bence bu üç bey de fevkalade kibar insanlar, bizim oradakilerden çok daha üstün bir tabakadan.”
“Üstün tabaka! İşi gücü olmayan serseriler… Bu… Bu…” Öfkesi gittikçe daha çekilmez ve boğulacakmış gibi oluyordu. Ve birdenbire ayağını yere vurdu. “İstemiyorum… Yasaklıyorum… Anladın mı?” dedi.
“Hayır!” diye cevapladı kadın soğukkanlılıkla. “Hiçbir şey anlamadım. Çocuğun keyfini neden kaçıracakmışım, anlamadım?”
“Keyfini! Keyfini!” Yaşlı adam darbe almış gibi sendeledi, yüzü kıpkırmızı oldu, alnından ter boşaldı. Elleri boşlukta ağır bastonu aradı, dayanmak ya da kadına vurmak için. Ancak bastonunu unutmuştu. Bu onu kendisine getirdi. Kendisini zorladı. Birdenbire yüreğinden sıcak bir dalga geçer gibi oldu. Elini tutmak istercesine kadına yaklaştı. Sesinin tonu alçalmıştı, neredeyse yalvarır gibiydi. “Sen… Sen, beni anlamıyorsun… Ben, kendim için bir şey istemiyorum ki… Sizden sadece bunu rica ediyorum. Bu yıllardır benim ilk ricam: Buradan gidelim! Gidelim Floransa’ya, Roma’ya, nereye isterseniz oraya gidelim, benim için hepsi olur. Siz karar verin. Yeter ki buradan gidelim, rica ediyorum… Gidelim… Sadece uzaklaşalım, hemen bugün… Bugün… Ben… Ben daha fazla katlanamayacağım… Yapamıyorum.”
“Bugün mü?” derken kadının alnı hayretle ve reddedercesine kırışmıştı. “Bugün mü gidelim? Nasıl gülünç fikirlerin var! Ve sırf sen bu adamları sevimsiz bulduğun için… Sen onlarla arkadaşlık etmek zorunda değilsin ki.”
Adam ellerini yalvarırcasına kaldırmış orada öyle duruyordu. “Katlanamıyorum, sana söyledim! Yapamıyorum, yapamıyorum. Başka soru sorma, senden rica ediyorum… Ama inan bana, dayanamıyorum! Bir kere olsun benim hatırım için bir şeyler yap, bir kere benim için…”
Yan tarafta piyanonun gürültüsü başlamıştı yine. Kadın adama baktı, yalvarışından ister istemez etkilenmişti, ama bu kısa boylu şişman adam ne kadar da gülünç görünüyordu, yüzü tokat yemiş gibi kıpkırmızı, bakışları şaşkın, gözleri şişkindi, kolları kısa gelen gömleğinin içinden çıkan elleri boşlukta titriyordu. Onu böyle acınacak hâlde görmek, rahatsız ediciydi. Yumuşak duyguları, söze döküldüğünde sertleşti:
“Bu mümkün değil.” diye karar verdi. “Bugün onlarla gezmek için söz verdik… Ve üç haftalığına kiraladığımız otelden yarın ayrılmak… Gülünç duruma düşeriz… Buradan ayrılmamız için tek bir neden göremiyorum ben… Ben burada kalacağım, Erna da!”
“Ve ben gidebilirim, değil mi? Ben burada sadece rahatsız ediyorum. Sadece keyfinizi kaçırıyorum.”
Bu boğuk çığlığıyla kadının sözünü kesti. Sinik, iri yarı bedeni doğruldu, yumruklarını sıktı, alnındaki damarlar öfkeden tehlikeli bir biçimde titriyordu. İçinden bir şeyler daha çıkmak istiyordu, kelimeler veya bir yumruk. Ama birdenbire sırtını döndü, ağır bacaklarını sürüye sürüye hızla merdivenlere doğru yürüdü, arkasından biri kovalıyormuşçasına basamakları çabucak çıktı.
Yaşlı adam soluk soluğa basamakları tırmandı. Sadece odasına girmek, yalnız kalmak, kendisini toparlamak, sinirlerini yatıştırmak, aptalca bir şeyler yapmaktan kaçınmak istiyordu. Tam üst kata çıkmıştı ki, -ateşten bir pençe bağırsaklarını parçalıyormuş gibi oldu- birdenbire bembeyaz oldu ve sendeleyerek duvara yaslandı. Ah, bu şiddetli, yakıcı ve ezici sancı, yüksek sesle bağırmamak için dişlerini sıkmak zorunda kaldı. Birden bastıran bu sancıyla bedeni inleyerek büküldü.
Ne olduğunu hemen anladı. Safra kesesi krampıydı, son zamanlarda ona sık sık acı veren o şiddetli sancılardan biri ama şimdiye kadar hiç böyle korkunç bir acı vermemişti. Acılar içinde kıvranırken aklına doktorun “Heyecanlanmayın.” dediği geldi. Ve sancısının ortasında öfkeyle kendi kendine: “Söylemesi kolay, heyecanlanmayın! Nasıl heyecanlanmayacağımı da göster bana Profesör Bey, eğer insan… Ah… Ah…” diye söylendi.
Kor