Hüseyin Rahmi Gürpınar

Cehennemlik


Скачать книгу

en tarafsız delikanlıların ağızlarından işitiyordu. Kendi gibi huriyi andıran bir kadına ateşli bir gencin sıcak kolları nereden açılacaktı? O kadar genç ve ateşli bir âşık arıyordu ki, onun sonsuz bir istekle vücuduna dolanacak kolları arasında kemikleri çatırdasın, onun doymak bilmeyen yakıcı dudaklarının öpüşleri ile her tarafı çürüsün. Gençliğin ilk kuvvet ve iştahlarıyla yanmış bir aşk canavarı onu emerek, kemirerek, yiyerek o zamana kadar olan sevda yoksulluğunu tazmin etsin. Bütün varlığında bu derece şiddetli bir sevilme ihtiyacı vardı.

      Temiz, rezil birkaç harfendazlık51 daha dinledikten sonra pencerenin önünden çekildi. Kayıktan işittiği sözlerin tesiriyle kocasına boynuz takmak kararı bugün her zamandan çok kalbinde şiddetlendi. Ne yapacak olsa kendini mazur görüyordu. Damarlarını yakan kadınlık ateşinin amansız tazyiki ile aşağı indi, yukarı çıktı. Sonunda bahçeye bakan balkonun kapısını açtı.

      Haziran güneşi bahçenin tarhlarını, taflanlarını, çamlarını, kumlu sarı yollarını, çeşitli çiçeklerini yaldızlayarak koyu mavi gökten her tarafa ferahlık saçıyordu. Tabiatın bu gülümsemesi Ferhunde Hanım’a dokundu. Kâinatın bu neşeli ahengine uymaya onun gönlündeki boşluk engeldi.

      Balkonun küpeştesine dayandı. Kendine eş arayan bir kumru mahzunluğu ile düşünmeye başladı. Ağaçlığın sağ tarafında gençlerin top oyunları için bir boşluk bırakılmıştı. Muzaffer, Şemsi, Atıfet, Mahmure bu gürültülü oyunun velvelesiyle saatlerden beri bahçeyi doldurduktan sonra şimdi yorularak birer tarafa çekilmiş dinleniyorlardı. Sadakor52 yeldirmesiyle seyirci olarak bulunan Cazibe Hanım Muzaffer ile mahruti yeşil bir çadır gibi eteklerini açmış tablo letafetinde bir çamın gölgesine konulmuş bir kanepede oturuyorlar, Atıfet’le Mahmure biraz ötede iki sandalyeye kurulmuşlar, aralarında duran iri lastik top üzerine iddialıca bir konuşmaya dalmışlar, Şemsi gölgeliklerden uzak yeşil bir bank üzerine, arkaüstü upuzun yatmış tekmil vücuduyla güneşin hararetini emiyordu.

      Delikanlı spor kıyafetiyle iki kolunu yukarı doğru çapraz kaldırarak ellerini başına yastık yapmış, vücudunda bir keten pantolondan başka bir şey yoktu. Fanilanın yenleri sıyrılmış, bileklerden dirseklere kadar damarlıca kolları açık kalmış, hâle göre boyun gerilmiş. Fanilanın üst düğmeleri çözülmüş, göğüs başlangıcında hafif siyah kıldan bir küme; dizlerden yukarı kısa pantolon çekilerek uylukların bir kısmını meydanda bırakmış, çorabın biri bağından kurtulmuş ince fakat sık tüylerle kaplı dolgunca, adaleli baldır yarıya kadar açılmış. Hançer gibi kaşlara doğru beyaz alın üzerine koyu lepiska saçlar dökülmüş, gözler cennetteki bir sevda uykusuna dalmış gibi bir rahatlıkla kapalı, güneşin ışıkları kirpiklerin tahrillerini daha artırmış, ter bıyıklara mübalağalı parıltılar vermiş, yakut gibi ince dudaklardaki uyku güzelliği doyulmaz sevda zevkleri vadediyor.

      Gergin yatan bu körpe erkek vücudunun yüz, boyun, omuz, göğüs, karın, kalçalar ve bacaklarında görülen erkek gençliğinin öyle belirli nişanları ve güzellikleri vardı ki, Ferhunde Hanım, bu hemen baştan çıkmaya hazır azgın kadın bu levha ile karşı karşıya gelince elektrik bataryasına uğramış gibi tepeden tırnağa kadar dayanılmaz bir şehvet isteğiyle sarsıldı. Çocuğun en gizli uzuvlarını araştırır ateşli bir bakışla gözlerini bu serpilmiş vücuda dikti. Göğüs geçire geçire bakmaya doyamıyordu. Bu arzu, ani olduğu kadar dehşetle parladı. Hemen o anda bahçeye çıkarak bank üzerinde Şemsi’nin koynuna yatıvermek deliliğine kadar vardı.

      Bu kadın, kaç zamandır biriken hırs ve nefis hevesleriyle bir sevda bombasına dönmüş, patlamak için bir kıvılcım bekliyordu. İşte bu kıvılcımı Şemsi’den aldı. Birden kudurdu. Evet, aşkının ideali işte bu vücut idi. Şimdiye kadar göğsünde tüneyen ihtiyar boyalı papağan yerine artık bu bülbülü öttürecekti. Böyle bir aşk tanrısı yanı başında dururken acaba ne için onu uzaklarda bulmaya uğraşarak boş yere yorulmuş, vakit kaybetmiş, bunun zevkinden tatmakta geç kalmıştı?

      Baktıkça daldı, daldıkça baktı. Beyninde volkanlar püskürten bu genç vücudun bütün hayat verici serin sularını son katresine kadar içmeye yeminler etti. Kocasına öyle güzel, zarif ve hemen billurdan denecek bir çift boynuz takacaktı ki zavallı boyalı papağan bunların ağırlıklarını hiç duymayacaktı.

      Bu ilk parlayıştaki göz karartısı ile işin olmasında aşılmayacak o kadar engeller, zorluklar göremedi. Kendi güzelliğine, çekiciliğine, tesir kuvvetine o kadar inanıyordu. Bu tecrübesiz genci bir hamlede ebedî olarak kucaklayıvereceğinden şüphe etmiyordu.

      Birdenbire kulağına bir ses geldi. Gözlerini bu büyüleyici levhadan ayırarak bahçenin köşe bucağını gözden geçirdi. Karşıdan, Atıfet kolunu kaldırmış parmağıyla Ferhunde Hanım’ı göstererek bağırıyordu:

      “Bak, bak annen nerede?”

      Ferhunde Hanım büyük bir infial ile yavaşça söylendi:

      “Dilin tutulsun musibet bücür, kör olası gözlerin koca bahçede benden başka bir şey görmedi mi?”

      Atıfet’in bu bağırışında Ferhunde Hanım’ı gücendiren iki şey vardı. Birincisi korkunç olan “anne” sözü idi. Şemsi ile Muzaffer yaşıt olduğuna göre kendisi için oğlunun anası olmak felaketi inkâr olunamaz bir gerçek olunca âşık tutmaya karar verdiği gence karşı da o makamda olması tabii oluyordu. Bu söz yalının içinde her gün ve her ağızda böyle kampana gibi çalkalandıkça türlü tedbirler ile gizlemeye uğraştığı yaşlılığını hatırlatmaya uğursuz bir vesile olacaktı. İkinci sebep de Atıfet’in Şemsi’ye nişanlı bulunmasıydı ki, bunda da birçok felaketler gizliydi. Kendisi Muzaffer’in annesi olduğu gibi Atıfet’in halası bulunması da inkâr edilemez bir gerçekti. Atıfet’in annesi ölerek kızının analığı yerini ailede en yaşlı kadın bulunması itibarıyla Ferhunde Hanım’a bırakmış bulunuyordu. Onun için cılız kızın evlendiği zaman Ferhunde Hanım damada karşı kaynanalıkla vazifeli olacaktı. Bu muhterem mevkilerden damadın sevgilisi hafifliğine atlayarak böyle meşru olmayan ve akılalmaz surette nefsinin heveslerini yatıştırmakta haz ve bahtiyarlık aramayı hangi vicdan kabul edebilirdi?

      Ferhunde Hanım’ın gözlerini öyle kalın bir sevda perdesi bürümüştü ki bu çok büyük engelleri, bu korkunç mahzurları biraz aklına getirdiyse de emelinin temelini sarsmamak için işi derinleştirmek tarafına yanaşmadı.

      Şimdi onun zihnini yalnız bir nokta kurcalıyordu. Atıfet ne kadar cılız, bücür, cüce, gudubet olursa olsun Şemsi ile evlenmeye namzetliğinden dolayı onu oğlandan kıskanıyordu. Bu ceylan gibi delikanlı, Hasan Ferruh Efendi’nin bu aptalca kararına boyun eğerek bu gönül sıkıntısı yengeç kızın kocalığı felaketini kabul edecek miydi? İşte buna bir türlü ihtimal vermeyerek Ferhunde Hanım’ın gönlü ferahlıyordu.

      Atıfet’in bağırmasının arkasından Mahmure’nin tınlayan sesi duyuldu. Annesine karşı çırpınarak:

      “Ablacığım buraya geliniz. Bakınız bahçe ne güzel…”

      Bu seslenişi duyunca Atıfet’in kansız kısık dudakları alaylı alaylı bükülerek sordu:

      “Abla mı? Annelere abla demek de moda mı oldu?”

      Mahmure cevap vermedi. Fakat cılız kız çehresinde garipliği gittikçe artan alaylı hâliyle tekrar sordu:

      “Mahmure söylesene… Annen mi küçüldü? Sen mi büyüdün? Bu iniş çıkıştan benim hiç haberim yok.”

      Mahmure, karşısındakinin kulağına eğilerek yavaşça:

      “Sus… Sus… Annem öyle tembih etti.”

      Bu