Стефан Цвейг

Gömülü Şamdan


Скачать книгу

boyacı ustası Abthalion ayağa kalkmıştı bile.

      “Ben gidip Benjamin’i, torunumu getireceğim. Yedi yaşında daha, o şamdanın kolları kadar yaşı var ve bu bana bir işaret gibi geliyor. Siz bu arada yol için hazırlık yapın, evimde yiyecek olarak ne bulursanız alın, ben çocuğu getireceğim.”

      İhtiyarlar masanın etrafına oturdular, gençler onlara şarap ve yemek getirdiler. Ancak ekmeklerini koparmadan haham, atalarının her zaman günde üç kez okudukları duaya başladı. İhtiyarlar, tiz ve titrek sesleriyle üç kere özlem dolu sözleri tekrarladılar: “Merhametli Tanrı, merhametinle yüceliğini Zion’a ve kurban görevini Kudüs’e geri gönder.”

      İhtiyarlar bu duayı üç kere okuduktan sonra yol için hazırlanmaya başladılar. Huzur içinde ve kutsal bir iş yapıyormuş gibi özenerek üzerlerindeki kefenlerini çıkarıp bir çıkın yaptılar ve içine dua cübbelerini ve dua kemerleri de koydular. Bu arada daha genç olanlar gidip yolluk olarak ekmek ve meyve, yürümelerine destek olması için kalın değnekler getirmişlerdi. Sonra her bir ihtiyar geri dönmemesi durumunda malları ile ilgili ne yapılmasını istediğini bir parşömenin üstüne yazdı, diğerleri de buna tanıklık ettiler.

      Bu arada boyacı ustası Abthalion tahta merdivenlerden yukarıya çıkmıştı. Önce ayakkabılarını çıkartmış olmasına rağmen iri ve şişman bir adam olduğu için çürümüş tahtalar ayaklarının altında inliyordu. Dikkatlice (fakir oldukları için) herkesin -karısının, oğlunun karısının, kızlarının ve çocuklarının çocuklarının- bir arada uyuduğu oturma odasının kapısını açtı. Kapalı çatı pencerelerinin aralarından titrek ay ışığı içeriye sızıyordu, nemli ve mavi bir sis gibiydi ve Abthalion dikkatlice parmak uçlarına basarak yürüdüyse de yataklardan açılmış gözlerin ona baktığını, uyanan karısının ve oğlunun karısının ürkerek kendisine baktıklarını fark etti.

      “Ne oldu?” diye mırıldandı korkulu bir ses.

      Abthalion cevap vermedi, torunu Benjamin’in yattığını bildiği sol köşeye doğru ilerledi. Alçak saman yatağın üstüne şefkatle eğildi. Çocuk derin bir uykudaydı, yumruklarını öfkeliymiş gibi göğsünün üzerinde sıkmıştı; vahşi ve coşkulu bir rüyada olmalıydı. Abthalion onu uyandırmak için usulca dağınık saçlarını okşadı. Çocuk hemen uyanmadı ama yine de uykunun kara örtüsünün içindeki duyuları bu okşamaları biraz hissetmiş olmalıydı. Zira yumrukları gevşedi, gergin dudakları gevşedi, bilinçsizce gülümsedi, kollarıyla rahatça ve keyifle gerindi. Abthalion, bu masum çocuğu böyle güzel bir rüyadan koparacağı için içinde acı bir sızı hissetti. Buna rağmen uyuyan çocuğu tutup hızlıca sarstı. Çocuk hemen sıçrayıp çevresine bakındı; o bir çocuktu, henüz yedi yaşındaydı ama yabancı yerlerde yaşayan bir Yahudi çocuğuydu ve bu yüzden beklenmedik bir olay olduğunda korkmaya alışıktı.

      Babası da kapıya vurulduğunda böyle korkardı, bütün yaşlılar ve bilgeler de sokakta yeni bir ferman okunduğunda böyle titrerlerdi, bir hükümdar ölüp yerine yenisi geldiğinde de böyle ürperirlerdi çünkü onun küçük yaşamının sürdüğü Trastevere semtindeki Yahudi sokağı için yeni olan her şey kötü ve tehlikeliydi. Çocuk henüz yazmayı öğrenmemişti ama dünyadaki her şeyden ve herkesten korkması gerektiğini öğrenmişti:.

      Çocuk şaşkın gözlerini yüzüne diktiğinde, korkup bağırmaması için Abthalion hemen eliyle çocuğun ağzını kapattı. Ama çocuk büyükbabasını tanıyınca sakinleşti. Abthalion onun üstüne eğildi, dudaklarını yaklaştırıp fısıldadı: “Giysini ve ayakkabılarını al ve gel! Ama sessiz ol, kimse duymasın seni!” Çocuk hemen yatağından kalktı. Bir sır olduğunu hissetmiş ve büyükbabasının onu bu sırra dâhil etmesinden gururlanmıştı. Tek bir sözle ya da bakışla soru sormadan el yordamıyla giysisini ve ayakkabılarını aradı.

      Kapıya doğru usulca ilerledikleri sırada, çocuğun annesi başını yastıktan kaldırıp korkuyla hıçkırdı: “Çocuğu nereye götürüyorsun?”

      “Sus!” dedi Abthalion sertçe. “Siz kadınlar soru soramazsınız.” Kapıyı kapattı. Odadaki kadınlar şimdi uyanmış olmalıydılar. İnce tahtaların ardından karışık konuşmalar ve hıçkırıklar duyuluyordu ve aralarına çocuğu almış on bir ihtiyar yola koyulmak üzere kapıdan çıktıklarında, bu tuhaf haber sanki duvarlardan sızmış gibi bütün mahalle onların bu tehlikeli yolculuklarından haberdar olmuştu: bütün evlerden korkulu sızlanmalar yükseliyordu. Ama yaşlı adamlar başlarını kaldırmadılar ve etraflarına bakınmadılar. Sessiz ve ciddi bir kararlılıkla yola koyuldular. Vakit, gece yarısına yakındı.

      Hayret, şehrin kapısı açıktı ve nöbetçiler yoktu: Hiç kimse gece vakti nereye gittiklerini sormadı ve onları durdurmadı. Duydukları o borazan çağrısı son Vandal nöbetçilerini de toplamıştı ve korkarak evlerine kapanmış olan Romalılar ise henüz sınavın bittiğine inanmaya cesaret edemiyorlardı. Böylece limana giden cadde bomboştu, ne bir araba, ne bir insan, ne de bir gölge vardı; sadece buğulu ayın ışığında görülen deniz kıyısındaki beyaz duba taşları dışında. Gece hacıları hiçbir engele takılmadan açık kapıdan geçtiler.

      “Geç kaldık zaten.” dedi Hyrkanos ben Hillel. “Ganimet arabaları epeyce önümüzde olmalı, belki borazanlar çalmadan önce yola çıkmışlardır. Acele etmemiz gerek.”

      Hepsi adımlarını hızlandırdı. İlk sırada elinde kalın değneğiyle Abthalion yürüyordu, sağında Haham Elieser vardı, yetmişlik ve seksenlik iki yaşlı adamın ortasında ürkekçe ve hâlâ uyku mahmuru yedi yaşındaki çocuk küçük adımlarla yürüyordu. Arkalarından üçlü sıralar hâlinde öteki ihtiyarlar geliyorlardı, sol ellerinde çıkınlarını, sağ elleriyle değneklerini tutuyorlardı; başlarını önlerine eğmiş, görünmez bir tabutun arkasından gider gibiydiler. Etrafları Campania gecesinin boğucu sisiyle çevriliydi, bataklıktan yükselip tarlaların üzerinde kalın ve yapışkan bir tabaka olarak süzülen, çürümüş toprak tadını andıran buğuyu biraz da olsa dağıtacak zerre kadar hava yoktu; boğacak gibi yere yakınlaşmış olan gökyüzünden hastalıklı ve yeşilimsi bir ay parlıyordu. Böyle bunaltıcı bir gecede bilinmeyene doğru giderken yol kenarlarında hayvan ölüleri gibi hareketsiz duran toparlak mezar tümseklerinin ve talan edilmiş evlerin gözleriymiş gibi kırılmış pencere camlarının körlerin gözlerini diktiği gibi ihtiyarların bu mucizesine bakan yerlerden geçerek bilinmeyene doğru gitmek hoş değildi ve korkutucuydu. Ama o ana kadar bir tehlike yaşamamışlardı, boş cadde uykuya dalmıştı ve sis altında donuk bir nehir gibi beyazımsıydı. Görünürde haydutlardan hiçbir iz yoktu, sadece bir defa, sol tarafta gördükleri yanan bir yazlık Roma evi, buraları yakıp yıkarak geçtiklerini hatırlatmıştı. Evin çatısı çoktan çökmüştü ama içerideki kızıl kor, döne döne yükselen dumanı da aynı renge buluyordu ve bütün ihtiyarlar, o on bir kişi, oraya baktıklarında hepsi aynı şeyi düşünmüşlerdi: Şimdi kendilerinin sevdikleri eşyanın peşinden yürüdükleri gibi, babalarının ve büyükbabalarının da sandığın arkasından gittiklerinde çadır tapınaklardan yükselen dumanı ve alevleri görür gibi olmuşlardı.

      İki ihtiyarın, büyükbabası Abthalion ile Haham Elieser’in arasında kesik kesik soluyan oğlan geride kalmamak için daha büyük adımlar atmaya çalışıyordu. Diğerleri sustuğu için o da susuyordu ama göğsü sonsuz bir korkuyla dolmuştu ve küçük kalbi her adımda kaburgalarına vuruyor, canını acıtıyordu. Korkuyordu, içinde belirsiz ve suskun bir korku vardı, bu ihtiyarların kendisini neden geceleyin yatağından aldıklarını bilmediği için korkuyordu; onu nereye götürdüklerini bilmediği için korkuyordu; en çok da daha önce geceyi ve üstündeki kocaman gökyüzünü hiç dışarıdan görmediği için korkuyordu.

      Geceyi sadece Yahudi sokağından tanıyordu; gece