bile konuşmaya cesaret edemez, gençler ise titrerdi-o ulu ve bilgeler bütün diğerlerinin arasından onu, içlerinden en küçüğünü seçmişlerdi. Çocuk yaşlıların neden ve niçin onu yanlarına aldıklarını henüz bilmiyordu ama henüz çocuk aklına sahip olsa da içinde bir his vardı, geceleyin yapılan bu yürüyüşte müthiş bir şey olmalıydı. Bu yüzden tüm gücüyle onların seçimine layık olduğunu göstermek istiyor, kısa ve zayıf bacaklarını büyük adımlar atmak için sürekli uzatıyor, boğazında gümbürdeyerek atan kalbini cesurca bastırmaya çalışıyordu. Ancak yol çok uzundu. Çoktan yorulmuştu çocuk, sisli ay ışığında kendi gölgeleri yolun üstünde ansızın uzayıp, sonra tekrar dağıldığında ve yankı yapan çakılmış, düzgün taşların üstünde adımlardan, kendi adımlarından başka bir şey duyamayınca içini sürekli korku sarıyordu. Ve sonra aniden bir şey hafif bir ıslıkla alnına değdiğinde, tekrar uçup gecenin içine dalan siyah ve sivri kanatlı bir yarasaydı bu, oğlan çığlık attı, büyükbabasının elini sıkıca kavradı: “Büyükbaba, büyükbaba! Nereye gidiyoruz?”
Yaşlı adam başını çevirmedi. Sadece sert ve kızgın homurdandı: “Sus ve yürü! Soru soramazsın.” Çocuk tokat yemiş gibi eğildi. Korkusuna engel olamadığı için utanmıştı. Sormamalıydım, diye kızdı kendi kendisine.
Ama Haham Elieser, Temiz ve Berrak başını çevirdi, sert bakışlarını ağlayan çocuğun üstünden Abthalion’a dikti:
“Sersem seni, çocuk neden bize sormasın ki? Yatağından koparılıp yabancı bir geceye sürüklendiğine neden şaşırmasın ki? Ve buradan ayrılışımızın ve yola çıkışımızın nedenini oğlan neden bilmemeli? Kanındaki miras sayesinde kaderimizi paylaşmıyor mu? Bizim sonsuz sıkıntımızı bizden de uzun süre taşımayacak mı? Bizim gözlerimiz çoktan kapanmış ama o yaşıyor olacak, başka bir neslin tanığı ve şamdanı Roma’da Rabb’imizin sunağında görmüş son kişi olacak. Çocuğun bunları bilmesini ve bu gecenin şahidi olmasını istediğimize göre onu neden bilgisiz bırakmak istiyorsun ki?”
Abthalion utanarak sustu. Ama Haham Elieser şefkatle çocuğa doğru eğilip cesaretlendirmek için saçlarını okşadı.
“Sor çocuğum! İstediğin kadar cesurca sor, ben sana cevap vereceğim. Bir insan için bilmemekten daha kötüsü sormamaktır. Sadece çok soran çok şeyi anlayabilir. Ve sadece çok şeyi anlayan biri adil bir insan olabilir.”
Herkesin saygı duyduğu bilgenin onunla böyle ciddi konuşması çocuğun kalbini gururla titretmişti. Teşekkür etmek için hahamın ellerini öpmeyi çok isterdi ama çekingendi, ateş gibi yanan dudakları boş ve sessiz seğirdi. Ancak hayatı boyunca pek çok kitap incelemiş olan Haham Elieser, sessizliğin karanlığında bile kalbin işaretlerini okumayı bilirdi. Oğlanın neler olduğunu ve nereye gittiklerini öğrenmek için sabırsızlıktan titrediğini hissetmişti. Çocuğun elini hafifçe kendisine yaklaştırdı, çocuğun eli ihtiyarın soğuk avucunun içinde bir kelebek gibi hafif ve titreyerek duruyordu.
“Nereye gittiğimizi sana söylemek istiyorum ve senden hiçbir şey gizlemeyeceğim. Bugün yürüdüğümüz bu yolu diğerlerinden gizli yürüsek de haksız bir şey yapmıyoruz, Tanrı zaten yolumuzu yukarıdan görüyor ve düşüncelerimizi biliyor. Neye başladığımızı biliyor ama nasıl biteceğini sadece o biliyor.”
Haham Elieser çocukla konuştuğu süre boyunca kendisi de diğerleri de yürümeye ara vermemişlerdi. Sadece bilgenin her şeyden habersiz çocuğa neler anlattığını duyabilmek için ikisine yaklaşmaya çalışıyorlardı.
“Yürüdüğümüz yol eski bir yoldur çocuğum, babalarımız ve büyükbabalarımız da yürüdüler bu yolu. Biz çok uzun yıllardır göçebe bir halktık ve yine öyle olduk ve belki de kim bilir sonsuza kadar böyle kalmamız kaderimizdir bizim. Diğer halklar gibi üzerinde uyuyacağımız bize ait toprağımız yok, tohumumuz, meyvemiz kendi tarlalarımızda yetişmez bizim. Diyarları sadece yayan geçeriz ve mezarlarımız el topraklarında kazılır. Ama dağılmış da olsak, sabahtan gece yarılarına kadar yabani ot gibi bu dünyanın çukurlarına atılmış da olsak, Tanrı’mız ve ona olan inancımız sayesinde yine de bir halk olarak kaldık, halklar içinde tek ve kimsesiz bir halk. Bizi bağlayan görünmez bir şeydir, bizi tutan ve bir arada kalmamızı sağlayan görünmez bir şeydir ve bu görünmez şey Tanrı’mızdır.
Biliyorum, bunu anlamak senin için zor olacak çocuk çünkü yalnızca etten olanları ve gözle görünen, toprak ve ağaç, taş ya da cevher gibi ele alınıp, tutulabilir şeyleri duyularla algılamak kolaydır. Bu yüzden de diğer halklar görünebilir şeylerden, ağaçlardan ve taşlardan, işlenmiş cevherlerden yaratmışlardır kendi tanrılarını. Oysa biz, yalnız ve tek biz, görünmez olana bağlıyız ve anlayamadıklarımızı anlamaya çalışıyoruz. Bizim bütün kederimizin sebebi elle tutulur olana tutunmayışımız, sonsuza kadar hep arayanlar olmamız ve görünmeyenin peşinden gitmemizdir. Ama görünmeyene bağlı olan, elle tutulur olana düşkün olanlardan daha güçlüdür çünkü öteki geçici, bizimki kalıcıdır. Ve uzun vadede ruh, şiddetten daha güçlüdür. Bu yüzden ve sadece bu yüzden, çocuk bunca zaman dayandık çünkü zamansız olana tövbe ettik ve yalnız o görünmez olan Tanrı’ya sadık olduk ve o da bize sadıktı. Biliyorum, bunu anlayabilmek senin için, küçük bir oğlan için güç olacak çünkü inandığımız Tanrı’nın ve adaletin bizim dünyamızda görünür olmamasını sıkıntı içindeyken biz bile çoğu zaman anlayamıyoruz. Ama şimdi beni anlamasan bile, aklını karıştırma ve dinlemeye devam et oğlum.”
“Dinliyorum.” dedi çocuk hayranlıkla ve utangaç nefes alırken.
“Bizim babalarımız ve atalarımız bu görünmeyen Tanrı’ya inanarak bütün dünyayı dolaşmışlar ve sadece bu görünmez Tanrı’ya, kendisini asla meydana çıkarmayan ve hiçbir zaman bir resmi olmamış olan Tanrı’ya inandıklarını kendilerine ispatlamak için atalarımız bir işaret yaratmışlar. Zira bizim aklımız sınırlıdır ve sonsuz olanı kavrayamaz: Bazen tanrısallığın sadece gölgesi ve ışığının sade küçük bir parçası dünyevi günümüze düşer. Ancak kalbimiz görevinden, adaletli, ebedî, rahmetli ve görünmez olana hizmetten uzaklaşmasın diye sürekli dikkat etmemizi gerektiren eşyalar yarattık kendimize; adı Menora olan üzerindeki mumların sonsuza kadar yandığı bir şamdan ve üstünde sürekli ekmeklerin sergilendiği bir sunak. Bunu aklına çok iyi yaz, kutsal saydığımız bu eşyalar başka halkların günahkârca yaptıkları gibi Tanrı’nın suretleri değildi, sadece bizim sonsuz ve özenli imanımızın belgeleridir ve biz dünyanın neresine göçersek onlar da bizimle birlikte gelir. Bir sandığa yerleştirip, bir çadıra sakladık onları ve bizim gibi vatansız olan babalarımız onları omuzlarında taşıdılar. Kutsal eşyalarımızın içinde olduğu çadır bir yerde durduğunda biz de dinleniyorduk, çadır yola çıktığında, biz de onunla birlikte yola koyulurduk. Dinlenirken ve yürürken, gündüz ve gece, binlerce ve binlerce yıl biz Yahudi halkı hep bu kutsal eşyaların etrafında toplandık ve kutsalımıza dair bilincimizi koruduğumuz sürece tüm yabancı diyarlarda halk olmayı sürdüreceğiz.
Şimdi dinle ama. O sandığın içindeki kutsal eşyalar, üzerine toprağın kucağından fışkırmış besleyici mahsullerden yapılan ekmeklerimizi koyduğumuz sunak, Tanrı’ya ulaşması için içinden buhur dumanının yükseldiği kaplar ve Tanrı’nın bize üzerinde emirlerini buyurduğu tabletlerdi. Ve bütün bu eşyaların arasında en belirgin parça, ışığıyla kutsal yerlerdeki sunağı her zaman aydınlatacak olan şamdandı. Çünkü Tanrı yaktığı bu ışığı sever ve bizim de gözlerimize ve duyularımıza sunduğu bu ışık için duyduğumuz minnet bu şamdanı yaratmıştır. Şamdanı hünerli eller saf altından yapmıştır, çanaklar kalın gövdesinden çıkan yedi kolun üzerinde büyük bir özenle çiçekten çelenklerle donatılmıştır.