Hüseyin Rahmi Gürpınar

Hayattan Sayfalar


Скачать книгу

Hahahay!”

      “Kimi haylarsın öyle karşında hayvan mı var?”

      “Hayvan var zahir… O çiçek aşısı başka. Küçüklüğümden beri beni de kaç defa aşıladılar.”

      Hemen yeldirmesini sıyırarak cildi esmer porsuk davul derisine dönmüş kolunu ta pazılarına kadar açıp:

      “İşte bak aşı damgası hemen bileğimin üzerine kadar indi, önceleri ta yukarılardaydı. Benim aşım ne hikmet bilmem, bir yerde durmuyor, vücudumu dolaşıyor.”

      “Kendin sürtüksün de onun için…”

      “A!.. İçin dışına sürtülsün herif, niye olayım sürtük?”

      “Ben demiyorum bu lafı âlem söylüyor.”

      “Âlemin de senin de yakanıza kusayım!”

      “Estağfurullah deme öyle kötü laf…”

      “Korkma… Korkma… Midemde acı kahvenden başka çıkaracak bir şey yok… Bu yoksullukla bilmem ne olacak hâlimiz!..”

      “Sahi söylersin be Hacer abla… Nice olacak böyle bizim hâlimiz? Müşteri azaldı. Eskiden burada bir sıcak kahve içenler şimdi şu karşıki taşın üzerinde dinleniyorlar, hayrat çeşmeden bir avuç su içip gidiyorlar. Varsa da bir onluğu herkes saklıyor onu kesesinde. İstemiyor versin kimseye… Fakat sen kederlenme… Kocan var, kızın var, oğlun var. Elbette bakar sana onlar…”

      “Kimin kime baktığını Allah bilir. Benimkinin koca denecek nesi var artık? Başıma kupkuru bir koçan olup kaldı. El tutmaz, ayak tutmaz. Ver yesin, ört bastır yatsın… Ağzında bir tane diş kalmadı. Ekmek içi bulamadığım akşamlar hayvanlara köftün, kepek ıslatır gibi kabukları suda yumuşatıp da öyle yediriyorum. İnsan hâli, ev hâli bu, bazı geceler kömürümüz bulunmayıverir, ihtiyarcağız döşeğinde tiril tiril titrer. Geceleri kalkar mezarlıklardan servi kozalakları toplar mangal yakar kapak ısıtır da ayaklarına korum.”

      “Ey Hacer abla… Sevaptır. Kocan vaktiyle baktı sana, şimdicik son de ona! Kimde varsa öbürüne bakacak… İşte Müslümanlıkta kaide böyledir.”

      “O Müslümanlığın yolunu, kaidesini düşünen kaldı mı şimdi?”

      “Müslümanlık Müslümanlıktır, bilmeyen yoksa bilen de yine bulunur. Sen özünü doğru tut Hakk’a… İhtiyar kocanı gör gözet. Allah’ın indinde zayi olmaz.”

      “Ah amenna… Ben Müslümanlığın yolunu senden âlâ bilirim. Senden öğüt almaya muhtaç değilim ama kazın ayağı öyle değil. Yalnız başıma kalsam gül gibi geçinirim. Ağaca çıksam pabucum yerde kalmaz. Ben ancak onları beslemek için dileniyorum. Fakat bütün yükü benim üstüme yığmak da ne Müslümanlığa yaraşır ne Hristiyanlığa ne Yahudiliğe… Anlıyor musun kahveci baba?”

      “Ey ne yapsın o ihtiyar adamcağız? El tutmaz, ayak tutmaz… O, beş para kazanabilir mi artık?”

      “Nasıl kazanamaz? Her sanatın bir mevsimi vardır. Dilencilikte ihtiyarlık para getirir. Altına yumuşak bir pösteki koydum, bizim bunağı Eyüp Caddesi’nde sebilin önüne köşe başına oturttum. Arakiyesinin üzerine yeşil bir imame sardım. Kör zannetsinler diye koyu bir gözlük taktım. Sakatmış gibi sağ kolunu bir bez parçasıyla boynuna astım. Öbür eline koca bir tespih verdim. Göbeğe kadar süt gibi beyaz sakal. Öyle tatlı bir dilenci oldu ki hiç zahmetsizce, şöyle dudağını bile kımıldatmadan onluklar yağmur gibi önüne yağıyor, bu ‘pir-i fâni’yi kim görse mutlak keseye el atıyordu. Günde on beş yirmi kuruşa para demiyorduk. Ah, başıma neler geldi? Bak, dinle. Sonra bu kazancımızın farkına vardılar. ‘Sebilin önü şerefli yerdir, oraya dilenci oturtmam. Ben mütevelliyim.’ diye meydana bir herif çıktı, kameti azıttı. Ah, şerlerine lanet! Günde beş kuruş da bu herife şerefiye hissesi verdiğimiz hâlde yine kazanır, yine betini bereketini görür, geçinirdik.”

      “İyi ya işte…”

      “Ah, iyi ama Aliciğim, herif oturmuyor, işine gücüne devamlı değil. Evde, o çarpık odanın köşesindeki yerini istiyor. Altında kırpıntı minder, önünde toprak mangal. Ceplerinde pestil, kuru üzüm, leblebi unu… Akşama kadar tıkınır mı tıkınır… Çan çan çan çene… Oğlana bağırır, kıza bulaşır, bana sataşır. Sanatında devamlı bir adam olsa kocamın dilencilikten istihracı, talihi pek pek açıktır. Öyle imamesiyle, gözlüğüyle, tespihiyle pöstekisinin üzerinde sade otursun, hiç ağızlarını açmadan ay başlarında aylık alan bazı meclis azaları gibi durduğu yerde bunun da cepleri para dolar… Bizim de yüzümüz güler. Fakat ne yapayım? Oturmuyor, oturmuyor, oturmuyor!.. Çocuk değil ki döveyim. Komşum Hasibe hâlimizi bilir. Ara sıra dövüşürüz ama karı iyi komşudur neme lazım… İşte o bana akıl öğretti. ‘Aç bırak.’ dedi. Günahı varsa Hasibe’nin boynuna olsun, ben senden ırzımı saklamam, doğru söylerim. Tamam üç gün aç bıraktım. Sonunda dilenmeye razı oldu. Fakat kazancından bize on para göstermedi. Paraları gömdü mü ne yaptı? Uçkurluğuna kadar her tarafını aradım. Beş para bulamadım. İşte bize böyle oyun etti. O, ne inatçı pinpondur! Bir türlü başa çıkamıyoruz. Bir dilenci iratçısı vardır…”

      “Neden o? Dilenci iratçısı…”

      “A, sen de koyduğum yerde otluyorsun! Bir şey bilmiyorsun. Bu iratçının sekiz on dilencisi vardır. Sakat çocukları, sakat kadınları, ihtiyarları oradan buradan toplar, uygun yerlere oturtup dilendirir. Akşamları paraları ellerinden alır, ölmeyecek kadar karınlarını doyurur. İşte bu herif, çalıştırmak için kocama tam on mecidiye aylık teklif etti. Ama bizimki gitmedi.”

      “Deheyyy! Çok yaman oluyor bu İstanbul’un avratları… Çalıştırmak için kocalarını beygir gibi kiraya veriyorlar.”

      “Ya ne zannettin düdüğüm! Ben çalışayım o yesin öyle mi?”

      “Biraz da oğlun çalışsın, topaç gibi delikanlı… Belde kordon, elde baston, kılık kıyafet apiko gezer, dilenci evladına hiç benzemez… Nereden buluyor o parayı?”

      “Yooook Ali!.. Ben adamın ağzını yırtarım, oğlumun ırzına lakırtı söyletmem!”

      “Ben demedim onun ırzına fena bir laf… Günahı üstünde kalsın…”

      “Biliyorum, biliyorum… Gözleri çıkasıcalar geçen sene bir dedikodu çıkardılar. Güya sakallı efendinin biri bizim oğlanın eline bir mecidiye vermiş. Defterdarda tenha bir kayıkhaneye götürmüş. Bu değil mi dilinin altında dolaşan? Bu iftira üzerine ben de merak ettim, oğlanı götürüp kıblenümaya1 gösterdim. Soydu, her tarafını muayene etti. ‘Kendi ırzımdan şüphem var, bu çocuktan yok… Maşallah sızdırılmış altın gibi buldum.’ dedi. Biz şöyleyiz, böyleyiz ama soycak ırzımıza kaviyiz. Benim babam, yani Hidayet’in dedesi Sebilci Mustafa Efendi şuracıkta Taşkendî Hazretleri’nin yanında yatar. Kaç defa mezarına nur indiğini görenler var. Bizim ırzımıza lakırtı söyleyenler çarpılırmış, bilmiş ol Ali!”

      “Ben ne kayıkhane duydum ne sakallı efendiyi ne de kıblenümacıdan var haberim… Genç oldum, ihtiyarlandım fakat çok şükür gitmedim öyle yerlere… Hem de bilmem ki ne demektir kıblenümacı? Doktor mudur o? Ebe midir? Yoksa müneccim mi? Gidenlerin neresine bakar? İnan ki duymadım onu bile…”

      “Ohh ehem ehem… Sanki ağam hiç genç olmamış. Kendisine kimse yeşillenmemiş gibi söylüyor. Bal kabağı sen de!..”

      “Rumeli’de bilmeyiz öyle yeşillik hastalığı… Bir kızıl illeti vardır, hafazanallah sarınca kızanları götürür yarı yarıya… Bir de kara humma… Bir de sarı sıtma… Bilmeyiz