klı bir ailenin ikinci çocuğu olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.
Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.
Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen her şeyle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.
Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.
Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.
Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.
1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.
Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-Tarihî Bir Hatanın Öyküsü’nü yazdı.
Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-Geleceğin Ülkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.
1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.
22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırtüstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.
Eserleri:
Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Yarının Tarihi, Kendileri ile Savaşanlar: Kleist-Nietzsche-Hölderlin, Üç Büyük Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’da Düğün, Yıldızın Parladığı Anlar, Karışık Duygular, Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce, Fouche-Bir Politikacının Portresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo, Mektuplaşmalar, Buluşmalar, Rotterdamlı Erasmus, Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…
Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.
Aşağıdaki notlar, 1914 yılının sonbaharında, Avusturya hafif süvari alayıyla katıldığı Rava-Ruska’daki çarpışmalarda şehit düşen yedek Üsteğmen Baron Friedrich Michael von R…’nin yazı masasında, mühürlenmiş bir paketin içinde bulunuyordu.
Ailesi, başlığına bakıp sayfalara üstünkörü göz gezdirerek, bu yazıların, akrabalarının sadece edebî bir çalışması olduğunu zannettiler. Notları gözden geçirmem için bana verdiler ve yayımlanmasını takdirime bıraktılar.
Şahsen ben, bu sayfaları kesinlikle uydurulmuş bir hikâye olarak görmedim; aksine, şehidin, bu olayları tüm ayrıntılarıyla gerçekten yaşadığına inandım ve kendisini tümüyle ifşa ettiği ruhsal hikâyesinde herhangi bir değişiklik ve ekleme yapmadan, sadece ismini saklayarak yayımladım.
Bu sabah aklıma birden o olağanüstü gecede yaşananları düzenli bir biçimde ve doğal akışı içinde görebilmek amacıyla kendim için yazmak geldi. Ve o saniyeden itibaren, içimde, olayların tuhaflığını yaklaşık olarak bile anlatabileceğimden emin olmasam da, o macerayı kelimelere dökmek için tarif edilmez bir dürtü hissediyorum. Sanatsal yetenek dedikleri her şeyden yoksunum; edebiyat alanında hiçbir deneyimim yok; Theresianum1 için kaleme aldığım, daha çok mizahi bir iki denemeden başka yazarlıkla ilgili hiçbir girişimim de olmadı.
Örneğin, dış dünyada olup bitenlerin insanın içinde eşzamanlı yansımasını anlatabilmek için öğrenilebilir özel bir teknik olup olmadığını bile bilmem. Ayrıca, anlama uygun olan kelimeyi ve kelimeye uygun olan anlamı verip, iyi bir yazarın elinden çıkanları okuduğum her defasında bilincine varmadan hissettiğim o dengeyi yaratıp yaratamayacağımı da hep sormuşumdur kendime. Ancak bu satırları zaten salt kendim için yazıyorum. Niyetim, kesinlikle kendime bile tam açıklayamadığım şeyleri başkaları için anlaşılır kılmak değil.
Bu sadece beni sürekli meşgul eden ve acıyla kabaran bir olayı açıklama deneyimiydi; bununla nihayet hesaplaşmak, onu netleştirmek, önüme koyup her yönden incelemek istiyordum.
Yine esasını anlatamayacağım hissiyatıyla, bu olayı hiçbir arkadaşıma da anlatmamıştım. Böyle tesadüfi bir olayın beni sarsıp bu denli altüst etmiş olmasından dolayı da belli bir utanç duyuyordum. Ne de olsa bunların hepsi küçük bir maceraydı.
Ancak şimdi, bu kelimeyi yazarken bile anlamaya başlıyorum ki, tecrübesiz biri için yazarken kelimeleri doğru ağırlıkta seçmenin ne kadar zor olduğunu ve en basit kelimelerde bile bir çift anlamlılığın ve yanlış anlaşılma olasılıklarının olabileceğini düşünüyorum.
Zira yaşadığım maceraya “küçük” dersem, bunu elbette, hem halkların ve insanların kaderlerini etkileyen büyük dramatik olaylarla karşılaştırmak suretiyle göreceli anlamda, hem de olayın altı saatten fazla sürmemiş olması dolayısıyla zamansal anlamda söylemiş olacağım.
Fakat benim için bu macera -yani genel anlamda küçük, önemsiz ve değersiz- o kadar büyüktü ki, bugün bile -o olağanüstü gecenin üzerinden dört ay geçmiş olmasına rağmen- içimi hâlâ kor gibi yakıyor ve beni, yüreğimdeki o duyguyu koruyabilmek için tüm ruhsal güçlerimi yoğunlaştırmak zorunda bırakıyor.
Her gün, her saat maceramın tüm ayrıntılarını zihnimde tekrarlıyorum; çünkü bu yaşadıklarım, bir anlamda, tüm varlığımın dönüm noktası hâline geldi; yaptığım