Стефан Цвейг

Olağanüstü Bir Gece


Скачать книгу

gerilemeyi ancak hâlâ gayet iyi hatırladığım belli bir olaydan sonra fark ettim.

      Yaz mevsimini -yine hiçbir yeniliğin harekete geçirip canlandıramadığı bu tuhaf uyuşukluk nedeniyle- Viyana’da geçiriyordum ki, aramızda üç yıldan beri mahrem bir ilişki olan, hatta samimi bir biçimde onu sevdiğimi söyleyebileceğim bir hanımın kaplıca otellerinin birinden gönderdiği bir mektup geldi.

      Bana heyecan dolu on dört sayfada, orada geçirdiği haftalarda kendisine çok şey ifade eden, hatta her şeyi olan bir adamla tanıştığını, sonbaharda evleneceklerini ve aramızdaki ilişkinin bitmesi gerektiğini yazmıştı.

      Benimle birlikte olduğu zamanı pişmanlık duymadan, hatta mutlulukla hatırlayacağından, yeni bir evliliğe adım atarken, benimle ilgili olan anılarının, geçmişte bıraktığı yaşamın en hoş anıları olarak kalacağından bahsediyor ve bu ani kararından ötürü onu bağışlayacağımı umut ediyordu.

      Bu tarafsız açıklamalardan sonra, heyecanla yazılmış mektup son derece dokunaklı yakarışlara geçiyordu; ona öfkelenmemeli, bu ani vazgeçişten dolayı üzülmemeli, onu vazgeçmesi için zorlamamalı veya kendime zarar verecek bir aptallık yapmamalıymışım.

      Giderek hararetlenen satırlar birbirini izliyordu: Daha iyi birinde teselli bulacağımı umuyor ve bu mektubu nasıl karşılayacağımdan korktuğundan, ona hemen yazmamı istiyordu.

      Ve mektubun sonuna not olarak kurşun kalemle alelacele şunlar yazılmıştı: “Bir aptallık yapma, beni anla, beni affet!”

      Bu mektubu, önce aldığım habere şaşırarak, sonra sayfaları tekrar sıraya koyup ikinci kez, bu defa biraz utanarak ve bilincine vardıkça endişeye dönüşen bir duyguyla okudum.

      Çünkü içimde, sevgilimin doğal olarak öngördüğü bütün o güçlü ve tabi duygulardan hiçbirinin ufacık bir belirtisi dahi uyanmamıştı.

      Yaptığı açıklama bana acı vermemişti; ona öfkelenmemiştim; hele kendime veya ona şiddet uygulamayı bir an için bile aklımdan geçirmemiştim. İçimdeki bu duyguların soğukluğu o kadar tuhaftı ki, beni korkutmamıştı bile.

      Yıllarca hayatıma eşlik etmiş, yumuşak ve sıcak bedeni bedenimle birleşmiş, soluklarımız uzun gecelerde birbirine karışmış olan bir kadın benden ayrılıyordu ve içimde hiçbir şey kıpırdamıyor, olanlara karşı çıkmıyor veya onu geri döndürmeye çalışmıyordu. Bu kadının sağlıklı içgüdüsüyle normal bir insandan beklediği olağan duygulardan hiçbiri içimde uyanmamıştı.

      O an içimdeki bu donuklaşma durumunun ne kadar ilerlemiş olduğunu birden kavradım. Hiçbir yere tutunmadan, hiçbir yerde köklenmeden, akan, parlayan suyun üzerinde kayıyor ve bu donukluğun ölü, cesedimsi bir şey olduğunu gayet iyi biliyordum. Henüz çürümenin kötü kokan soluğu hissedilmiyordu; ama içime, umutsuz bir donukluk, acımasız, soğuk bir duygusuzluk yerleşmişti. Yani bedensel anlamda bedensel ölümün ve çürümenin dışarıdan da görüleceği anın bir önceki dakikasındaydım.

      O olaydan sonra kendimi ve içimdeki bu tuhaf duygusal donukluğu bir hastanın kendi hastalığını izlemesi gibi dikkatle gözlemlemeye başladım.

      Çok geçmeden bir arkadaşım öldü. Onun tabutunun peşinden yürürken, çocukluğumdan beri yakın olduğum bu insanı sonsuza kadar kaybettiğim için içimde bir keder var mı, herhangi bir duygu yüzeye çıktı mı diye kendimi dinledim.

      Fakat hiçbir kıpırtı yoktu. Kendimi camdan bir nesne gibi hissettim. Dışarıdaki dünya içimden parıldayarak geçiyor ama asla içimde kalmıyordu. Kendimi bu benzeri olaylarda ne kadar bir şeyler hissetmeye, hatta mantıklı nedenler öne sürerek duygularımı harekete geçirmeye zorlasam da içimdeki o donukluktan bir yanıt gelmiyordu.

      İnsanlar beni terk etti; gelen ve giden kadınlar oldu; her defasında kendimi odada oturmuş, camdan bakıp dışarıda yağan yağmuru seyreden biri gibi hissettim; hemen yakınımda olan şeylerle bile aramda kendi irademle onu yıkacak gücü bulamadığım camdan bir duvar vardı.

      Şimdi bunu net olarak hissetmiş olmam bile içimde gerçek bir huzursuzluk uyandırmadı; çünkü zaten söylediğim gibi, doğrudan kendimi ilgilendiren şeyleri bile büyük bir kayıtsızlık içinde kabul ediyordum. Acı çekmek için bile yeterince duygum yoktu.

      Bu duygusal bozukluğun dışarıdan bakıldığında anlaşılmaması bana yetiyordu; mesela bir erkeğin cinsel iktidarsızlığı, bir kadınla sevişeceği anın dışında nasıl belli olmazsa, ben de toplum içindeyken içimin ne kadar hissiz ve kayıtsız olduğunu gizlemek amacıyla hayranlığımı yapay bir heyecanla ifade ediyor ve etkileyici şeyleri abartarak, bir anlamda gösteri yapıyordum.

      Dışarıdan bakıldığında bir yön değişikliği yapmadan eski rahat ve sorunsuz hayatımı sürmeye devam ediyordum; haftalar, aylar hafifçe geçip gidiyor ve usulca karanlık yıllara dönüşüyordu.

      Bir sabah aynada şakaklarımda gri bir çizgi gördüm ve gençliğimin artık yavaş yavaş başka bir dünyaya geçmek istediğini hissettim. Fakat başkalarının gençlik diye adlandırdığı şey benden çoktan geçmişti zaten. Bu yüzden bu vedalaşma fazla bir acı da vermedi; çünkü kendi gençliğimi de yeterince sevmiyordum. İnatçı duygularım kendime karşı da suskundu.

      İçimdeki bu hareketsizlikten dolayı, uğraşlarım ve olayların çeşitliliğine rağmen günlerim gitgide birbirinin aynısı olmaya başladı; günler sessizce peş peşe diziliyor, bir ağacın yaprakları gibi büyüyor ve sonra sararıp gidiyordu.

      Kendim için bir kere daha canlandırmak istediğim o tek gün, herhangi sıra dışı bir şey olmadan, içimde bir önsezi hissetmeden, gayet sıradan bir şekilde başladı.

      O gün, yani 7 Haziran 1913 günü, içime istem dışı yer etmiş çocukluğumdan, okul zamanından kalan pazar günü alışkanlığıyla geç kalkmış, banyomu yapmış, gazetemi okumuş ve birkaç kitap karıştırmıştım; sonra odamı paylaşan sıcak yaz gününün çekiciliğine kapılarak dolaşmaya çıktım. Alışkanlığım olduğu üzere tanıdıklarla ve arkadaşlarla selamlaşarak Graben Bulvarı’ndan geçtim, içlerinden bazılarıyla ayaküstü sohbet ettim ve sonra arkadaşlarla öğle yemeği yedim.

      Öğleden sonrası için herhangi bir söz vermekten kaçınmıştım; çünkü pazar günleri, tamamen keyfimin, rahatlığımın tesadüflerine veya anlık verilmiş kararlara göre yaşayacağım birkaç boş saatim olmasını özellikle severdim.

      Arkadaşlarımdan ayrıldıktan sonra Ring Caddesi’nden geçerken güneşli şehrin güzelliği içimi ferahlattı ve yaz başının süsleri çok hoşuma gitti.

      İnsanlar neşe içinde ve caddedeki pazar günlerine has renklere âşık gibiydiler. Dikkatimi çeken pek çok ayrıntı oldu. Özellikle de asfaltın ortasındaki şeritte yükselen ağaçların canlı yeşilliği ve gürlüğü.

      Neredeyse her gün geçtiğim bir yer olmasına rağmen bu pazar günü kalabalığını birden bir mucize gibi algıladım ve elimde olmadan içim çokça yeşilliğe, aydınlığa ve renkliliğe özlem ile doldu.

      Biraz da merakla Prater’i3 hatırladım; şimdi ilkbahar bitip yaz başlarken oradaki büyük ağaçlar, arabaların hızla geçtiği ana bulvarın sağında ve solunda kıpırdamadan duran devasa yeşil hizmetliler gibi aralarından geçen şık giyimli insanlara beyaz çiçeklerini uzatıyor olmalıydılar.

      En sıradan isteğimi bile anında gerçekleştirme alışkanlığımla, yoluma çıkan ilk faytonu durdurup sorduğunda hedef olarak Prater’i söyledim. “Yarışlara, değil mi Bay Baron?” dedi doğal bir saflıkla.

      Bugün çok meşhur bir yarışın yapılacağını ancak o zaman hatırladım. Viyana’nın bütün kalburüstü