Hüseyin Rahmi Gürpınar

Şıpsevdi


Скачать книгу

sabunsuz temizlenebilir mi?” feryadıyla avaz avaz haykırır. Meftun sabunun deriye, saçlara sayısız zararından bahsederek “Onun yerine kullanmak için çeyrek litre alkolün içinde yarım gram sülfat dö kinin eritmeli, bir şişeye koymalı, ağzını sıkıca kapamalı. İki gün öyle dursun. Sonra içine yarım litre eski rom ve 50 gram sarı kınakına tozu ilave etmeli…”den tutturarak uzun uzadıya bir tertip tarif eder, sabun yerine bunun kullanılmasından saçlarca hasıl olacak menfaatleri saya saya bitiremez. Nihayet büyük annesi:

      “A evladım, baksana, saçlarım bembeyaz oldu. Bundan sonra öyle şeyler benim neme lazım? Biraz sabunla yıkanır, hamamdan çıkıveririm.”

      “Hayır, olmaz. Sabun zararlıdır. Derinin deliklerini tıkar, saçları döker. Sana yumurtayla yapılan bir tertip salık vereyim…”

      “Yavrum, geç kaldım. Bırak beni, yoluma gideyim.”

      “Daha kolayı var canım. Beyaz saçlar için un kullanırlar. En uygunu budur. Başka renkteki saçlar için de âlâdır. Unla saçları ve başı güzelce ovuşturmalı. Sonra fırçalamalı. Baş için bundan uygun bir temizlik şekli olamaz.”

      Zavallı kadın, torununun zorundan kurtulamayarak bir defa kâğıt içinde hamama yarım okka un götürmüş; bununla saçlarını ovalarken un yumuşayarak hatunun başında hamurdan bir takke peyda olmuş; bu yeni usul temizlenme öteki kadınların merakını çekerek “Hanım, illetin mi var? Başına sürdüğün o nedir öyle? Başı çıbanlılara giydirilen ziftten siyah takke gördük ama hiç böyle beyazına tesadüf etmedikti…” yollu birtakım yersiz suallerle karşılaşmış; zavallı, o günü, utancından âdeta ağlamaklı olmuştu.

      Eline çatal bıçak almamış bir aileyi alafranganın bütün sıkıcı külfetleri, bütün zaruri merasimiyle yemek yemeye alıştırmak, güç olduğu kadar da gülünç olduğuna Meftun hiç ehemmiyet vermiyordu. Kadınninesinin, annesinin, teyzesinin şikâyetlerine, ürkme ve tiksinmelerine hiç kulak asmayarak beyefendi, hepsinin eline çatal bıçağı dayadı. İlk işe giriştiği zaman bir et parçası kesilirken kesilen lokma bir tarafa, bıçak, tabak başka tarafa fırlamak gibi kazaların bol bol oluşu, Meftun’u, bu güç işi nasıl başarabileceği konusunda ümitsizliğe düşürmedi.

      Çatal denilen o sivri uçlu demirleri ağza sokup yemek yemeye aileden birkaçı istemeye istemeye biraz alıştılar. Ama kadınnine Şekure Hanım, mümkün değil, bu güç usulde yemek yemeyi beceremiyordu. Onun istidatsızlığı kati olarak ortaya çıkınca yaşına saygı göstererek bu yemek usulünden muaf tutulmasına karar verildi. Kesilmesi güç parçalar, Eleni tarafından kesilerek büyük hanımın tabağına konulacaktı. Ama zavallı hatun, o parçaları gene çatalla yemeye mahkûm edilmişti. Talihsiz Şekure, ara sıra kızı Vesile’yi bir tarafa çekerek “Çatalla yediğim yemeğin tadını bir türlü duyamıyorum.” şikâyetiyle yanar yakılırdı. Meftun’un Beyoğlu’nda veya bir başka yerde birkaç gece kalıp da eve gelmediği günler, ailedeki kimseler için bir şenlik günü olurdu. O zaman kimse, alafranga yemek salonunun semtine uğramazdı. Hanımların küçüğü büyüğü, Eleni’ye “Haydi kız, sofra bezini bul. Oturduğumuz odaya yayıver. Yemek iskemlesini koy, kaşıkları getir.” emirleriyle bildikleri gibi bir sofra kurdurur; etrafına dizilirler; “Ooohh, canım alaturka! Anandan babandan gördüğünden şaşma. İnsan böyle tatlı tatlı yiyor… İçine siniyor, ne yediğini biliyor…” sözleriyle kolları sıvayıp hepsi birden sahana hücum ederek çorbadan pilava kadar bir kapışmadır giderdi. Meftun bu hâli duysa evde kıyamet kopacak. Ama böyle yemek yemek daha kolay, hizmetçiler için daha yorgunluksuz olduğundan Zarafet’le Eleni, bu sırrı saklamaya iyice dikkat ederler, beye bir şey duyurmazlardı. Meftun’un geldiği akşamlar “sal a manje” adı verilen bodrumdaki uzun sofra gene fesleğen, kına çiçeği saksıları, mezat malından alınmış altmışar paralık şamdanlar, bardaklar, tabaklarla donanır, aile üyelerinin büyüğü küçüğü, ihtiyarı tazesi, istemeye istemeye iskemlelere dizilirler, hepsi birer birer belli yerlerini alırlardı.

      Alafrangalık nasıl öğrenilir? Tabii Frenk memleketlerinde bulunmakla, onların her âdetini görmekle; görülenlere ısrarla dikkat edilerek önce bilgi, sonra alışkanlık peyda edilir. Oralarda bulunmayanlar bu görgü usulünü nasıl elde edebilirler? Bu âdetlerin nazariyeleri bazı kitaplarda görülür. Tatbikatı da Frenk dostlar edinilerek gerçekleştirilebilir. Ama bu da hayli uzun olur. Frenk usulü yaşamanın kendine mahsus bir usulle öğretilmesi kabil değil midir? Meftun bu meseleyi çok düşündü. Çünkü aile fertlerine alafrangalığı öğretmek için çok sıkıntı çekiyordu. Hoşa gidecek meyveler de toplayamıyordu. Uzun uzadıya düşündükten sonra bu güç işin öğretilişini kolaylaştırmak maksadıyla bir eser yazmaya karar verdi. Bu kitabın ismine evvela “Savoir-Vivre Appliqué”35 dedi. Sonradan bu adı beğenmedi. “Savoir-Vivre Comparé”36 diye isimlendirmek istedi. Sonra “comparé” yle37 “comparatif”38 arasında bocaladı. Birini ötekine tercih için bir sebep bulamadı. Nihayet bin güçlükle “Savoir-Vivre Pratique”te39 karar kıldı. İsmin Fransızcası oydu, şimdi Türkçesi kaldı. Bunu dilimize tercüme etmeli? “İlm-i Muaşeret” dedi, olmadı. Birçok lügat kitabı arasında Vizental Efendi’nin “Cep Lügati”ne başvurdu. “Savoir-vivre”yi orada “ahlak-ı hasene”40 diye tarif edilmiş görünce kızgınlığından kitabı pencereden attı. Of, nihayet “Âdab-ı Hayatı Amelî”ye biraz zihni yatar gibi oldu. Bundaki isimlerin birbirini kovalaması da kulağına hoş gelmedi. “Amelî”yi sondan kaldırıp başa koyunca eserin başlığı “Amelî Adab-ı Hayat” şekline girdi. Aman, artık uysun uymasın, Meftun yorulmuştu. Uygun bir isim bulmanın hemen hemen bütün eseri yazmaya denk bir yorgunluk olduğunu anladı. Bu konuya dair önüne eski, yeni, birçok Fransızca kitap açtı. Kaleme alacağı eserin kısımlarını, bölümlerini tayin ederek işe başladı. Bir taraftan yazıyor, öte taraftan yazdıklarının ev içinde tatbiki işine girişiyordu. “Amelî Adab-ı Hayat”ı yalnız bir tatbikat şekline değil aile halkınca öğrenilmesi mecburi bir ders hâline koydu. Yazmak bilenler, Meftun’un bu kitaptan söylediklerini hususi defterlere kaydedecekler, yazısı olmayanlar da bu acayip derslerde dinleyici olarak bulunacaklar, işittiklerini sonradan birbirlerine sorup cevaplandırarak kuvvetlendirecekler, evcek yaşayış tarzlarına bu öğrendiklerini tatbik edeceklerdi.

      Odalardan biri sınıf sayıldı. Meftun Bey bir gün “Amelî Adab-ı Hayat” dersini özene bezene açtı. Derste kadınnine Şekure Hanım’dan başlayarak teyze Vesile Hanım’ın küçük kızı dört yaşındaki Hasene’ye kadar bütün aile fertleri hazırdı.

      IV

      Derse başlamadan önce hocadan başlayarak bütün kadın ve erkek öğrencileri tanımak lazım gelince, evvela Meftun Bey:

      Yaş otuza, boy uzuna yakın, vücut ince, renk soluk, vaziyet ve davranış gayet sinirli, yüz uzun müddetten beri tuvalet sularının, pomatların, pudraların aşırı kullanılmış olmasından fazlasıyla yorgun… Âdeta sepilenmiş deri gibi pul pul bir hâl almış, elmacık kemikleri fırlakça… Gözleri iri, yuvarlak, pişmiş kelle gibi ölü bakışlı, donuk, sönük, akları karasından fazla…

      En ziyade rahatsızlığı mideden, sinirden, çarpıntıdan…

      Fikir bakımından hoppa… Bilgi derme çatma, anlayışı kıt, zoraki, hep “savoir-vivre”den çalınma… Davranışları taklit, hep sahte, soğuk…

      Şikâyetleri: Gece sokaklarda sopa vuran mahalle bekçisinden; köpek havlamalarından; birbirini kovalayan bozacı seslerinden; tütün tabakasını,