bitmiş… Şimdi karıyla aramızda bazı şöyle bir konuşma geçer:
Karı: ‘Ben seni niçin sevdim, bilir misin?’
Ben: ‘Niçin?’
Karı: ‘Kambursun diye… Beğendim…’
Ben: ‘Ulan kamburluk beğenilir mi?’
Karı: ‘Sebebi var…’
Ben: ‘Nedir?’
Karı: ‘Öfkelendiğin zaman suratıma kadar uzanabilip de öbür gözümü de sen patlatmayasın diye…’
O bir gözlü, ben tümsekli, kimin kimi beğenmemeye hakkı var? O, tek aynalı olduğu için kamburumu daima yarım porsiyon görüyor. Ben de onun suratına dikiz ederken hörgücümü sakat tarafına doğru siperleyip sağlam cihetini seyrederim. Aftosuma adla sanla Tekgöz Marika derler. Aval, ara sıra şaşırır da beni ‘iki gözüm’ diye sever.”
Tramvaydaki kız çocuğu köfte istemekteki ısrarını derece derece artırarak ne Arap’ın gösterdiği kara şamardan yılgınlık getirir ne de annesinin çikolata, fıstık alacağı yolunda ettiği vaatlerden teselli bulur. Âdeta ulur gibi bir ağlama tutturur.
Kahveci çırağı Sadık, kambur ustasına:
“ ‘Momo’yu duyuyor musun? Ağlıyor… Köfte için matem ediyor…”
“Ulan o nasıl çocuk o?.. Köpek yavrusu gibi uluyor. Haydi bir dilim ekmek daha al gel. İşte öteki tramvay da yokuştan gözüktü. Bir köfte daha verelim de kız doymazsa şimdi araba kalkacak, ağlaya ağlaya gitsin. Bizim Hacı Efendi’ye söyleyelim… Kandil gecelerinde Karakulak’tır diye fıçı fıçı yağmur suyu sebil ettireceğine köfte dağıtsın, köfte… Bunun iştahlısı daha çok. Sevabı da elbette sudan büyük olur…”
Çırak ekmeği getirir. Kambur üstüne bir köfte daha koyup dilimi eline alır, başının üzerinden birkaç defa çevirdikten sonra:
“Bu da tekmil yeminlerimin kefareti… Marika’nın tek gözünün selameti… Uğruna gitsin…”
Çırak köfteyi tramvaya uzatır… Mahalle karılarında bir sevinç gürültüsüdür başlar.
Kadının biri: “A, ne şen kambur bu! Artık hovardalığı ele aldı. Galiba tekmil köfteleri bugün bize yedirecek…”
Asıl, ağlayan çocuk için istedikleri hâlde türlü şakalarla köfteyi gene dağıtırlar. Payına düşen onda bir köfte Hasene’nin dişinin kovuğuna bile gitmez. Bereket versin, kızın ikinci bir uluma tutturmasına vakit kalmadan yukarıdan tramvay gelir, bu bekleyen hareket eder. Kadınlar hep birden kambur Arif’e:
“Kambur köfteci, hakkını helal et kardeş. Köftenden hepimiz tattık.”
Kambur: “Kambur köfteci mi? Hani ya deminden kahvecibaşı, aslanım, civanım idim? Şimdi kambur mu olduk? Zararı yok… Helal olsun helal… Anamın ak sütü gibi helal olsun. Dükkânı unutmayınız. Gene buyurunuz inşallah… Pazartesi, perşembe günleri emziklilere köfte dağıtacağım. Haftaya uskumru ızgarası, tel kadayıfı da var. Konu komşuya haber veriniz…”
Tramvay biraz uzaklaştıktan sonra çırak Sadık:
“Usta, usta!.. Tramvaydan bir ses geliyor, duyuyor musun?”
“Ne sesi o?”
“Galiba açgözlü kız köfte diye gene tutturdu.”
“Kadınlar, çocuk ağladıkça köftenin geleceğine kanaat getirdiler de zannederim, ulutmak için kıza çimdik basıyorlar. Şu ızgarayı mangalın üstünden köftelerle beraber al da ‘kefareti budur’ diye tramvayın arkasından fırlatıver…”
Biletçi, birkaç kişi dolaşır. Yolcunun biri sigarasını sıkça sıkça birkaç defa çekip dumanını üfürerek elindeki bozuk paralarla bileti dikkatlice gözden geçirdikten, hesap ettikten sonra öfkeli bir yüz buruşturmasıyla sorarcasına paraları biletçiye uzatıp:
“Baksana buraya, hani bizim çeyreğin on parası?”
Biletçi bu soruya karşı verilecek cevabı akşama kadar birçok kişiye tekrarlamaktan usanmıştır. Lakin çare var mı? Müşteriyi iyi inandırmak için gereken sözlere başlar:
“Bir ‘bileto’ altmış para… On para çeyrek üzerinden kaybedersiniz olur yetmiş para… Ben size vermişim üç kuruş on para, eder beş kuruş… Doğru değil şimdi?”
Müşteri kızgınlığı artırarak:
“Doğru değil ya!..”
“Ne için doğru değil?”
“Çünkü ben verdim bir çeyrek.”
“Pek ayla efendum.”
“Sen bana altmış paralık bir biletle üç kuruş on para geri verdin…”
“Kala…”
“Nereye kala? Benim onluk sana mı kala?”
“Yok efendum, cenabınıza anlattıramadim. Çünkü böyle Türkçe pek güzel bilmem…”
“Özrü kabahatinden büyük! Kumpanya Türkçe bilen hademe istihdamına mecburdur.”
“Yok efendum, anlattıramiyorum. Turkse bilirim… Fakat hademe estahleme boyle ince kâtip lakırdi bilmiyorum. Vardır bu tramvay idare içinde mencilis yapan o adamlar hiç Türkçe bilmiyorlar ama kimse ses çıkarmamis, ben tanayorum uç tane Anastas, Yorgas, Nikolas, bunlar bilmiyorlardı nasin desinler lakırdi Türkçes… Ama sonra müşterilerle kavga yapa yapa öğrenmişler… Benim gibi…”
“Senin gibi öğrenmişlerse diyecek yok!”
Öteden başka bir efendi: “Bu ne âlâ şey böyle! Demek siz Türkçeyi tramvay idaresinde öğreniyorsunuz?..”
Biletçi “Eh, ne yapadzak efendi? Benim çocuklari var. Ekmek parası kazandzak. Öğrenmeden olmaz…”
Para bozduran efendi: “Haydi, şu benim onluğu ver…”
Biletçi: “Ama size hesap söylemedim effendi? Altmiş para bileto, uç kuruş on para geri vermişim…”
“Evet. Eder dört otuz para, hani onluk? İnsanı göre göre aldatacak be! Herkes hımbıl mı burada?”
“Ma demamisim effendi çeyrek üzerinden kaybedersiniz on para?.. Çeyrek eksiktir on para…”
“Niçin eksik oluyor? Çeyreğim silik mi?”
“Yok değildir silik. Fakat bizim kumpanya böyle nizam koydu.”
“Ben kumpanya mumpanya tanımam!”
“Siz tanimazsiniz ama ben ne yapadzak? Her gün bu böyle… Sizin gibi birçok efendiler bana kavga yapıyorlar. Kumpanya demiş böyle oladzak. Bana bir kabahat vardir bunda?”
Zavallı biletçi, o kıt Türkçesiyle müşteriyi inandırıncaya kadar akla karayı seçer. Birkaç kişiyle de silik para kavgası olur. Laleli’den de hanımlar binerler.
Kadınlar tarafı ayak ayak üstüne bir hâle gelir.
Biletçi: “Hanumefendiler bileto!” diye kadınlar tarafına geçer. Sıcaktan terlemiş, saçları tel tel şakaklarına yapışmış şişmanca bir hanım, yüzünün terini silmeye uğraşarak öfkeyle:
“Herif patlamadın ya? İnsan bu tramvaya adımını atar atmaz hemen bilet diye tepesine binersin! Dur, ne oluyorsun bakalım? Sultanahmet’e gideceğim. O zamana kadar bin defa bilet alınır!”
Biletçi ciddi bir tavırla:
“Sultanahmet’e gidiniz, başka tarafta gidiniz, nerede olursa olsun mutlaka bilet almalisiniz. Bizim kumpanya kaide böyle…”
“Aa,