Hüseyin Rahmi Gürpınar

Şıpsevdi


Скачать книгу

düşmanlıkla insafsızcasına ezmek yaratılışındadırlar.

      İspirin dişi, başı ağrıdığı, bir şeye canı sıkıldığı, manen ve maddeten ızdırap duyduğu günler kaderine karşı kızgınlığını beygirlerden çıkarmak ister, o gün kamçıyı fazla vurur. Zavallı hayvanlar, çekme vazifelerini her günkü gayretle yapmaya çalıştıkları hâlde, o gün dayağı niçin fazla yediklerinin sebebini anlayamazlar. Akıl ve anlayışça kendi aşağısında gördüğü bazı kimselerin nasıl olup da talihin müsaadesiyle refaha eriştiklerinin sebebini de ispir anlayamaz.

      İspir, bu beş on dakikalık istirahat fasılasına kavuşmaktan gene de bahtiyardır. Zavallı biletçi için hiç nefes alacak vakit yoktur. O biçare, tramvay durunca doğru idare şubesine, hesap memurunun karşısına gider. Bu hesap, ahiret hesabından daha güçtür. Çünkü ahiret hesabı ne kadar ince olursa olsun, bir tek defa sorulacaktır. Bu, her gün, hem de tekrar tekrar sorulur. Çantada bulunan para satılan biletlerin sayısıyla karşılaştırılacak. Bu ince hesap kontrol memurlarının cetvele al, mor, hasılı renk renk kalemlerle teftişi gösteren işaretlerine uygun düşecek… Çıkacak noksanı keseden ödemekten başka çare yok.

      İspir, yalnız idare ettiği hayvanlara meram anlatacak. Zavallı biletçi, her seferde sayısını kestirmek kabil olmayan garip tabiatlı, meram anlamaz birçok adama söz dinletecek, nefes tüketecek.

      İspir kahvesini içmekle, biletçi hesabını vermekle uğraşırken hayvanların idrarından meydana gelen gölcüklerden uçan ağır kokuların, sineklerin içinde, güneşin altında dinleniyor gibi duran tramvaya tek tük müşteri binmeye başladı: Evvela iki kadın bindi. Bunlardan biri erkeklerle kadınlar tarafını ayıran tahta bölmenin kirli keten perdesini indirerek “Her zaman da bu perdeyi açık bırakırlar. Ne zaman tramvaya binsem mutlaka elimle ben kaparım. Bu tramvaycılar ne tembel adamlardır. Yalnız tırınk tırınk para almasını bilirler. İş görmesini değil… Bunlar maliye kâtipleri gibi veresiye çalışmazlarmış, aylıklarını peşin alırlarmış. Bizim mahallede bir biletçi var, karısına bir kâtipten daha iyi bakıyor. Evceğizini bilsin, getirsin, götürsün de varsın biletçi olsun. Ne var? Sanki ben kızı mümeyyize verdim de ne oldu? Senede dört defa aldığı aylığı tıraş parasıyla fotininin lostrasına yetişmiyor. Bizim paşalar bu tramvay direktörleri kadar olamıyorlar. Bak o nasıl ediyorsa ediyor, hep bu çalışanların aylıklarını zamanında veriyor… Hanım, duydun mu? Bizi idare etmek için buraya Frenk getireceklermiş.”

      “Aman sus kardeş… Kıyamete alamet… Deccal çıkacak diyorlardı. Sakın bu, işte o gelecek Frenk olmasın?”

      “Yok canım, Deccal meccal değil… Bihikmetillahi Teala, bizimkilerin aklı işe bir türlü Frenkler kadar eremiyormuş…”

      Birinin kucağında kundak, iki kadın daha bindi. Bu Deccal bahsine iştirak ettiler. Beş dakikada söz sekiz on kalıba girdi. Hiçbiri dinlemiyor, hepsi söylüyordu.

      Orta yaşlı, fakat yaş nispetine göre yaraşığı aşar derecede süslü bir hanım, pek ziyade modaya uyma merakıyla süslenmesini garip görünecek dereceyi de aşırarak gülünç bir hâle getirmiş bir taze… Bir Rum hizmetçi matmazel, bezenmeye özenmiş lakin şık olmaktan ziyade tuhaf olmuş guguruklu bir zenci kadın… Lekelenmiş, tarazlanmış, vücuduna küçülmüş pembe atlas elbiseli dört beş yaşında bir kız çocuğu, ellerinde bohçalar, kutular, paketlerle tramvaydan çıktılar. Bunlar binip ellerindekileri oraya buraya yerleştirdikten sonra dışarıdan, beyin redingotu vücuduna uzunca gelmiş, başındaki illeti örtmek için kulaklarına kadar koca bir fes giymiş sünepe bir uşak, hanımlara birtakım eşya daha verdi. Tramvaydaki kadınlardan biri: “A, a, kuzum bu ne kadar eşya? Bunlar nereye sığacak?”

      Arap, hiddetle:

      “Elbette bir tarafa sığacak! Bu koca trompoyu sani keyfi için mi yaptiler ayo?”

      Kadın: “E, sözümü geri aldım. Ne öfkeli Arap bu? Uysan kavga olacak…”

      Arap: “Arap mi? Ağzına topla… Bani adıni sen mi koydu öyle? Ben Pehlelizade hanımefendini kalfasiyim, beğenemedi mi?”

      Diğer bir kadın: “Kehlelizade14 mi diyor? O nasıl ad öyle?.. O dediğinden, Arap’ın üstünde de varsa vay hâlimize… Bir topalı yedi mahalleyi dolaşırmış…”

      Bir diğeri: “Sus kardeş sus… Arap öfkeci… Babalı mıdır nedir?”

      “Babalı mı? O babalı ise biz de babalıyız. Dünyada hiç babasız insan olur mu imiş?”

      Kucağında, kundaktaki çocuğunu emziren kadın kedi gibi etrafı koklayarak:

      “Ay, kardeş, burnuma mis gibi bir şey koktu… Nedir o?”

      Kadınlar pencereden dışarıya bakıp:

      “A… Şey bak, bak… Şurada kambur kahveci mangalı dükkânın önüne koymuş, ızgarada cızbız köftesi pişiriyor.”

      Kadının biri birkaç defa yutkunduktan sonra:

      “Hay yetişmesin pişirmeye… Sokak ortasında böyle şey mi olur?.. Koskoca cadde bu… Fukarası var… Gebesi var… Aşereni var… Emziklisi var… Kokuta kokuta âlemi böyle imrendireceğine ta dükkânın içinde pişirse de gizlice ziftlense olmaz mı?”

      Kadının biri emzikliye hitap ederek:

      “İçin çekti mi kardeş?”

      Emzikli, sıkılarak önüne bakar. Diğer bir kadın onun tarafından cevap verip:

      “A, ne demek, hiç emzikli olur da imrenmez mi? Söyle kızım, söyle için çekti mi?”

      Emzikli, biraz kızararak:

      “Ne yalan söyleyeyim, çekti… Söylemesi kabalık, böyle göbeğime kadar bir ezinti duydum…”

      “Vah vah! İşte gördün mü? Zavallı tazenin şimdi sütü çekilirse?”

      Diğer bir kadın: “Çekilir kardeş, çekilir. Süleyman’ımı emzirirken tıpkı böyle benim de başıma geldi… Bana kokan da balıktı, istemeye utandım. Ertesi günü memem üfürdü, Hüt Dağı gibi şişiverdi. (eliyle göğsünü göstererek) Taş ölçerim15 hanım, koca koca fitiller işledi. Üç ay paya pay hekim hoca gezdim. En sonra mahalsiz bir şeyden geçti ya, şimdi onu da anlatması uzun. Sütüm de kaçtı… Allah rahmet eylesin, nurlar içinde yatsın, o zamanlar benim oğlanı… Süleyman’ımı komşumuz Hacı Fevzi Efendi’nin gelini Safinaz Hanım emzirdi. Neler çektim, neler…”

      Öteki kadın: “Ay, öyleyse heriften bir parça köftecik isterim. Hatuna günah değil mi?”

      Kadın, tramvayın penceresinden kambur kahveciye seslenerek:

      “Hu, kahvecibaşı… Kahvecibaşı… Baksana aslanım… Burada emzikli var. Köften mis gibi koktu. Şöyle bir çimdik… Bir tadımlık verir misin?”

      Kambur kahveci, arkasında omuzdan iliklenir, yârdan ayrıldım biçimde cakalı bir mintan… Kollar dirseklere kadar dekolte… Baş açık, saçlar gayrimuntazam, çenesi göğüs tarafındaki çıkıntıya temas eder surette vücudunu yampiri çağanozvari ızgaraya vermiş… Elinde maşa… Ateş üzerinde etrafına kokulu bir duman yayan köfteleri, gözlerini yarı süzerek, dudaklarının nihayetlerinde biriken salyayı yuta yuta fevkalade bir özenle, özel bir tavırla ara sıra altüst ediyor. Karşısında yarım düzine kadar irili ufaklı köpek, köftelere karşı susta durur gibi saygılı birer vaziyet almışlar. Maşanın ızgaraya uzanışında kamburun beklenmedik bir ikramını ümitsizcesine bekleyen köpeklerde gözlerini baygın baygın yumup açarak birer yutkunuş var…

      Köftelerin iştah açıcı kokusu sayesinde kadınlar