puflamaya;
Bu kadar da yüzsüzlük olur mu ya?
İşin bütün gülünçlüğü bir yana,
Parasızlığı çıkıyor meydana.
“Haydi, Hoca’m, ne verirsen ver şuna
İşte altın elinde, görüyorsun;
Söyle, ne veriyorsun?”
Hoca dertli dertli bakar altına:
“Çok eksik! Hele bir tart göreceksin.
Vazgeç bu sevdadan beni dinlersen.
Yok, ille de bozduracağım dersen,
Sen üste altı akça vereceksin.”
ALIŞVERİŞ
Çarşıda bir kavuk beğenir Hoca.
Sorar satıcıya: “Ağam, kaç akça?”
“On akça!”
“Pek güzel! Sar bana şunu.”
Tam koluna kıstırıp kavuğunu
Gidecek; vazgeçer. Der ki: “Şu kaça?”
“Cübbeyi mi sordun? O da on akça.”
“Âlâ! Al şu kavuğu, zahmet sana,
Yerine de o cübbeyi ver bana.”
Bakmadan sağa sola,
Alır cübbeyi Hoca, düşer yola.
Böyle sessiz sedasız gitmesi üzerine
Adam seslenir: “Hey! Hoca’m! Baksana!
Cübbeyi parasız mı verdik sana?”
Hoca kızar; çıkışır satıcıya:
“Neden? Yerine kavuğu verdik ya.”
“Kavuğun parasını vermedin ki…”
O zaman büsbütün kızar seninki.
“Arkadaş, der, sende de akıl varsa ben neyim!..
Kavuğu almadım ki parasını vereyim.”
ABDESTLE PABUÇ
Günlerden bir gün Hoca namaza niyet eder
Abdest almak üzere kalkar dereye gider.
Çıkarıp latasını derenin kenarına,
Girişir, hafif hafif, abdest dualarına.
El, kol, yüz, göz yıkanır; ayağa gelir sıra
Pabuç da çıkarılıp konur bir kenara.
Bu dinî merasimin en coşkun bir yerinde
Bir de bakar ki Hoca: Suların üzerinde
Yüzüyor pabuçları!
Hoca’nın heyecandan, dimdik olur saçları.
Pabuç bu, dünya malı; abdeste benzer mi ya?
Hemen başlar seninki bağırıp çağırmaya.
Şakası makası yok, gidiyor elden pabuç;
Ne abdest gelir akla, ne namaz, ne de oruç.
Yaşlı gözlerle bakıp suda yüzen pabuca
Bizim zavallı Hoca:
“Vazgeçtim ben bu işten, Tanrı’m, gel eyleme, der,
Al abdestini geri, bana pabucumu ver.”
AYVA-İNCİR
Bir gün Hoca, evinin bahçesinden,
Timur’a bir hediye götürmeyi tasarlar.
Ayırır, tazesinden körpesinden,
Çeşit çeşit incirler, şeftaliler, ayvalar.
Nihayet ayvada kılar kararı
Bir sepete doldurup ayvaları
Giderken…
Vazgeçer birden.
Der ki: “İncir daha münasip düşer.”
Ayvaları boşaltıp üçer beşer.
İncir dizer yerine;
Güzelce yaprak döşer üzerine.
İş gayrı bir sunma işine kalır.
Bu emsalsiz hediyenin sahibi,
Koluna sepeti taktığı gibi
Bir anda soluğu sarayda alır.
Birkaç dakika bekledikten sonra
Çıkarılır huzura.
Ama nedense işler aksi gider;
Timur bu hediyeyi görünce hiddet eder.
Bir saygısızlık sayar bunu kendi katına;
Memnun olmaz böyle bir ziyafetten;
İncirleri alıp alıp sepetten
Yapıştırır Hoca’nın suratına.
Hoca’da ne üzülmek, ne de keder;
Durmamacasına Hakk’a şükreder.
Timur şaşırır: “Hoca! Ne diyorsun?
Hâlini görmüyor da Hakk’a şükrediyorsun.”
Hoca cevap verir: “Şükür Tanrı’ya!
Şu sepet daha demin ayvayla doluydu ya.
Ya getiriverseydim o sepeti?
Kafa göz kalır mıydı bende şimdi?”
AZRAİL BEĞENECEK
Hoca bir aralık pek hasta düşer;
Kolu tutulur, yüzü gözü şişer.
Günlerce yatağa bağlanır kalır;
Adamcağızı bir korkudur alır.
Bir gün karısına der ki: “Karı, gel!
İşte kapımıza dayandı ecel.
Şöyle bir giyin kuşan, yap, yakıştır;
İnci boncuk, nen varsa tak takıştır;
Ondan sonra da gel yanımda otur.”
Karısı şaşar kalır: “Nasıl olur?
Kocam Azrail’le pençeleşirken,
Ne yüzle süslenir püslenirim ben?”
Hoca der ki: “Canım, sen beni dinle;
Yapmazsan vallahi hatırım kalır.
Karşılaşacağız ya Azrail’le,
Olur ki beğenir de seni alır.”
BEÇ HOKKASI
Bir zaman beç hokkası diye bir ilaç varmış;
Kimi hastalıklara pek yararmış.
Karısı da Hoca’dan bu ilacı istemiş;
“Aman, Hoca, unutma; pek rahatsızım.” demiş,
Hasır zembili sırtına vurunca
Çarşının yoluna düzülmüş Hoca.
Hoca’nın olur mu hiç sağı solu;
Bir de gelmiş ki zembil soğan dolu.
Karısı telaşla bağırmış: “Aman!
Hoca, bu ne?” “Ne mi? Beş okka soğan.”
Şaşırmış kalmış kadın.
“Ah! demiş, anlamadın!
Farz edelim ki beşi beçten aldın;
Okkayı da hokkadan, ya soğanı?”
İşin kalmamış